Cumartesi, Mart 22, 2008

şemsi'ye

gökyüzünde bir haftadır bir tehdit halinde dolaşan kara bulutlar sadece bir tehdit olmaktan çıktı bugün, gerçi bahsettiğim hafta içinde de yağdığı olmuştu ama beni dışarda yakalayamamıştı hiç. işte bugün yakaladı. annemden ısrar ederek aldığım şemsiyeyi de bugün kulanma fırsatım oldu, fakat şemsiye kullanmakta nerden baksanız araba kullanmak kadar zorlu bişi. açıkcası şemsiye deneyimim taşımakla ilgili üşengeçliğimden pek fazla yok, bi kere oryante olmak zor, ne kadar yer kapladığımı kestiremediğimden çeşitli kazalara sebebiyet vermekten endişe ediyorum. birinin gözüne şemsiyeyi sokmak bir başka şemsiyeli ile çarpışmak vs gibi kazaralara neden olmak benim için çok olası. kaldı ki şemsiye kullanan insanları, altında bende eşlikçi olarak bulunmuyosam pek sevmiyorum. genel olarak şemsiyeli insanlar bu bahsettiğim oryantasyonsuzluktan muzdarip olduklarından onların oryantasyonsuzluğunu telafi edecek manevraları sizin yapmanızı bekliyorlar, herhangi bi çarpışma anında da " önüne baksana" gibi bir yüz ifadesiyle cık cık layarak uzaklaşabiliyolar. benimde böle yetenekleri kazanmam gerek eğer bir şemsiye kullanıcısı olmaya karar verirsem.
elimde şemsiye ile, şemsiyeyinin sapını dik açı oluşturcak bi biçimde tutarak, yürürken şemsiyeyi ilk olarak icat edipte kullanan aklı evvel üzerine düşündüm. kendisi bi ingiliz aristokratı olan zat ilk defa londra sokaklarında kullanmaya başladığında şemsiyeyi "deli mi ne" diye herkes dönüp bakmış. ben de olsam aynı şeyi yapardım dedim kendi kendime, hatta elimde şemsiye ile yürürken dahi... böle dik açıyla şemsiyeyi tutup yürümek nerden baksanız komik bişe. işlevsel olduğunu gözardı edemeyiz elbette ama itiraf edin komik bişe işte.
bi de şemsiye kullanan insanlar ki bende onlardan biri olucaksam, dükkan altlarından yürümemeli, yürüme sahasının bu kısımlarını biraz düşünceli olup şemsiyesi olmayan yayalara bırakmak gerek. hem zaten bu dükkan altlarında şemsiyeliler için kaza olasılığı mekan darlığından artıyo ancak insan kolay kolay şemsiyesiz günlerde edindiği alışkanlıklardan kurtulamadığından dükkan altlarından yürüme davranışı alabildiğine düşüncesizce devam ediyo buna bi dur denmesi lazım!
bugün doğacak ingiliz ve türk kızları için uygun bi isim olabilirmiş gibi şemsiye/umbrella .

Çarşamba, Mart 19, 2008

yalancılar ve mumları hakkındadır

Şöyle kelebek formunda ağır ölçekli bir gözlüğüm olsaydı da hafif üstünden kaşlarımı kaldırıp en sevmediğim şey diyerek başlasaydım…

Küçükken çok yalan söylermişim, bir kaçını hatırlamıyor değilim, hayal gücünün geniş bir yer kapladığı aslında dünya üzerinde hiç bulunmamış olmamış şeyler üzerine yalanlardı bunlar daha çok. Bir diğer kısmı da bizimkilerle ilgiliydi. Anne-babası sorunlar yaşayan bir çocuk izlenimi vermek istemediğimden ya da işte bi şeyler diğer çocuklara göre yanlış olduğundan doğrusunu hayal etmek ve böyle aktarmak işime gelidiğinden diye düşünüyorum şimdi. Karşılaşsak şu ufaklıkla zamanda bir kırılma yaşansa da, öncelikle onun için üzüldüğümü söylerdim sanırım “üzgünüm çakil tüm olanlar ve olacaklar için” …

Her neyse öncelikle hayal gücümün bir eseri olan yalandan sonra nasıl vazgeçtim hatırlamıyorum ama hayatımı kolaylaştırmak için bile küçük yalanlar söyleyemez hale geldim bir çeşit inat belki… Şimdilerde geç kaldığımda müdüre mümkün olduğunca az kelime kullanarak ve kesinlikle inandırmaya çalışmayarak, aslında sizde biliyorsunuz işte sormayın bana bunu dercesine kaza varmış, sifon patladı gibi geç kalmamı mazur gösterecek şeyler söyleyebilir oldum. Bilirsiniz annelere tüm gerçekler anlatılmaz fakat yalan söylemek konusunda da prensip karar almış biri olarak, bunu ne zaman yaptım bilmiyorum, yalan söyleyemeyeceğimden söz konusu yumuşak karın noktalarından hiç bahsetmemeyi bir çeşit dürüstlük olarak yorumlamayı tercih ettim annemle ilişkimde de. Fena bir yol değil zaten bu karşılıklı bilip de bilmeme oyununu ikimizde iyi oynuyoruz.

Üniversitenin ilk yılında görme engelli bir çocukla tanışmıştım, yalan olduğu hiç şüphe götürmeyecek öyküleri öyle içtenlikle anlatıyordu ki bunlar için çok zaman harcadığı belliydi. Söz gelimi bir şekilde sokakta kaldığı bir gün, soğuktan korunmak için bir köpeğin karnını deşmesi ve böylelikle ısınması gerekmiş (London’ın Alaska’da altın arama hikayelerinden birinde geçiyordu böyle bir şey). Nezaketle öykülerini dinlediğini hatırlıyorum, nezaketin yanında bir çeşit üzüntüyle… Onun için yalan pratik bir fayda yaratmıyordu elbette, ya da hayatını kolaylaştırmaya neden olmuyordu muhtemelen bir şekilde okuduğu şeyleri zihninde kendi öyküsü haline getiriyordu, öyküler Henry Millerlaşmaya başlayınca tanışıklığımızın mesafelenmesinin de zamanı gelmişti.

Pek çok işe yarıyor yalan yeni bir dünya kurmana, yeni bir ben yaratmaya bir de sosyal esnaflık diyebileceğimiz faydaları var tabi, sosyal ticareti geliştiriyor diyebiliriz belki.

Sabah ilk işi alkol ihtiva eden bir sıvıya uzanmak olan ve çantasında her daim alkol bulunan bir arkadaşım tüm yeteneklerine rağmen ki bana hediye ettiği şiiri hala bir yerlerde durur, bir çeşit kadri bilinmemiş ya da kadrini bildirememiş Edip Canseverdir. Onun için yalan alkolizmini meşrulaştırmaya yarıyordu. Sevgilisinin intiharının ardından duyduğu suçluluk diyebilirdiniz alkolizmini açıklamak için, oysa anlatırken gözlerinin ve gözlerinizin dolmasına neden olan bu öykü hiçbir zaman gerçekleşmemişti. Ama bir acıya ihtiyacı vardı geçmişinde, bu halini makul kılacak, görmediği yerleri anlatırdı hiç gitmediği yerleri, İzmir’in dışına muhtemel bir iki kez o da biri kolundan çekerek götürdüğünden çıkmıştı. Hayatını kolaylaştırıyor muydu evet, hem kendisi hem başkaları için, sıradan biri olmaktan çıkıyordu acı çeken birine dönüşüyordu, bir cesaretsizden harcanmış bir yeteneğe, bir alkolikten görmüş geçirmiş birine yalan işine yarıyordu ve biz arkadaşları yalanlarını nezaketle dinliyorduk biz dinledikçe o yalanlarına daha çok inanıyordu.

Daha gündelik pratiklerde de işe yarıyor tabi yalan, karşınızdakinin istediği gibi görünmeye, işte buna esnaflık diyebiliriz belki. “Çürük olmasın ama” dediğiniz manavın “bizde çürük olmaz abla ayıbettin” diyerek çürükleri kakalaması gibi… Naapmalı ? “aha da bu çürük” die feveran mı etmeli “du bakalım nereye kadar gidecek” diye bekleyip en sonunda “düşündüm de ben saksıda yetiştirmeye karar verdim” deyip uzaklaşmalı mı?

Ne hissedeceğimi bilemiyorum yalan karşısında, işin kötüsü galiba yalan olanla olmayanı ayırt etmek konusunda da hiç fena değilim. Yalanı fark ettiğim için utanıyorum bazen birisinin mahrem hayatına izinsizce girmişim gibi, fark etmemeye çalışıyorum o zaman bunun için özel bi çaba göstererek. Bazense kızgınlık, aptal yerine koyuyor beni diye, bazen kırgınlık bunu bana nasıl yapabilir diye, en çok üzüntü neden böyle bir şeye ihtiyacı var ki diye …