Pazar, Aralık 16, 2007

hamlet beni affet

"niyetimizle kaderimiz öyle ters yönde koşar ki,
birbiri ardına yıkılır gider hayallerimiz"

bu sözleri oyun içinde oyun esnasında kral'a söyletiyor shakespeare kraliçe ettiği yeminler altında ezilmesin gerçeği görsün diye ve fakat inamıyor da inamıyor kraliçe "öyle deme canım ciğerim senden başkası namümkün bana" deyip de duruyor ...

shakespeare'in neredeyse tüm kadın karakterlerinde bir ahmaklık hakim bkz en sevilen karakterlerden biri olan ophelia, en kayda değer tarafı hamlet'in zekasını takdir etmiş olması onun dışında anasının babasının sözünden çıkamayan kim ne derse onu eden bi salak. nerdeyse bütün oyunlarında oyunu canlandırıp akıllıca laflar eden, kimi zaman alaycı, kimi zaman dramatik karakterlerin hemen hepsi erkek, kadınlara zekayı çok görmüş oyunlarında shakespeare efendi.

hamlet'se bir deli oğlan hele ki amcası krala "hiç. size yalnızca nasıl, kralların dilenci bağırsağında geziye çıkabileceğini göstermek istedim diyerek sonlandırdığı hepimiz toprağa gideceğiz ey ahmak kral eni sonu da kurtcuklara yem olacağız özetli tiradını atarken.

oyun içinde oyunu seyrederken ophelia oyunla hayli ilgili ve açıklayıcı davranan hamlet'in ustalığı ve zekasını över:
ophelia: zekanız çok keskin lord'um, çok keskin...
hamlet: beni köreltmek epey bir iniltiye mal olurdu sana

hem deli haliyle alaycı ve de pek içli bir karakter bu hamlet.

aslında daha ciddi bir inceleme üzerine bir muhayyile yaparım diye düşünerek başladığım bu yazı da hayli laubali bir seyir izledi ne diyelim affet beni hamlet bu kadarıylan idare et.

Salı, Aralık 11, 2007

ceci n'est pas une pipe


bazen rüyaların insanları birbirine bağladığına inanıyorum, aslında hiç böyle biri değilim bilenler bilir. biri bana böyle bişi anlatsa "aslında şimdi o öyle değil; kafan bik bik bik meselesiyle meşgul olduğundan böyle bi rüya görüyorsun" filan diye rasyo rasyo açıklamalar yaparım "hımm nvet" dierek dinleyen karşı tarafta beni can sıkıcılıkla suçlar. evet teori ve pratik uyuşmazlığının başladığı yer, cami imamının osurduğu cemaatinde baştan çıktığı nokta ...

her ne kadar sürekli ve daim olarak tırnak içerisinde mantık dediğimiz, kişinin kendisini koruması üzerinden dünyayı anlamaya çalışması ile muhatap olsakta, bir şekilde insanlık tarihi boyunca kalp ve beyin diye bir dikotomi yaratmışız. kaldı ki geçmişte hissi, duygusal tariflerin doğrudan kalpten, mantıklı argümanlarında beyinden kaynaklı olduğunu söyleyip durmuşuz şimdi tabi bir metafor olarak hayatımızda süregidiyor bu dikotomi.

neden? diye düşündüm. bir kaç da teori salladım bi taraflarımdan biraz freudyen sarkaçtan ... mantık kendini korumakla ilgiliyse kalp de her daim feda etmeyle ilgili kendini, onu bunu ... bu da bir nebze freud'un libidoyu ikiye bölmesini andırıyor biri ölüme yakın diğeri hayata (thanatos ve libido). tabi çok yuvarlak bir yorumla buraya ulaşmak mümkün... üzerinde biraz daha düşününce "o öyle değil kardeşim, libido dediğin rasyoyla herzaman kardeşcesine bir bağ kurmaz ki" denir "e öyle ama..." diye de devam edilebilir, ben şimdi etmiyorum siz evde çalışın bi ...

bu ilk zihinsel sıçramaydı, tahmin edin nerde yine bir toplu taşıma aracının cam kenarında ...
devam ederken; bir şekilde mistik olmaya ihtiyaç duyuyoruz dünyayı düzenlemek için bağ kurmak için. yoksa, şu gerçekle yaşamak çok kolay değil; "hepimiz kendi küçük kafeslerine kapatılmış internet ve televizyondan koptuğumuzda sudan çıkmış balığa dönecek olan mahkumlardan başka bişi değiliz" ama dün düşündüğün biri seni aradığında vay be diyorsun fizik ötesi bir kontak varolmalı. oysa sadece öğrenme ve hatırlama sürecinin bilişsel bir parçası ile karşıkarşıyayız ama gündelik hayatın içinde bu bilgi hiç de işime yaramıyor hayatımı daha güzel ve anlamlı hale getirmiyor, o fizik ötesi bağı varsaymak bir yudum vokta-limon kadar etkileyici olabiliyor.

rasyonel düşünce ve mistizmi üretme gücüne sahip nöronlarımız birini kalbin sorumluluğuna devrederek hissi duygusal tanımlarımıza da öteki muamelesi yapmamızı sağlıyor. ne haince değil mi? ve fakat dünya tarihinin temel stratejiside bu kendin yarat kendin ötekileştir ve en sonunda kendi ötekine inan.

herneyse bahsi geçen rüya:
bir kamptayım eski dostlar, kadim dostlar gülünüyor eğleniliyor sonra bir oyun başlıyor belki saklambaç olabilir belki de yakalamaç gibi, bilemiyorum tam olarak. ama benim dışımda bir oyun biri kaçıyor, ben oyunun bir parçası değilim ama onu yakalıyorum sadece eğlenceli olduğu için, aslında sadece yolunu kesiyorum. kapkara bir çarşafa sarılı, yüzü, gözü heryeri bu oyunu artık böyle mi oynuyorlar diye düşünüyorum, yüzünü açıyorum, tanıyorum. sadece sarılıyoruz. çok sıcak, çok şefkatli... sanki çok uzun sürüyor... bu sarılma ne zaman bitecek bilemiyorum, bitince ne olacak...

sadece bir pipodur belki de ...

Pazar, Aralık 09, 2007

magritte with orange


sabahtan beri yağmur var izmirde gözlerim dolu doluveriyor ... birde yeni bir arabesk parçayı daha winampta başköşeye yerleştirip loop'a aldım, muazzam zamir adlı biri de sanırım şahsım için ( hah üstüne bir de narsistik bozukluk) bahtsız zeynep die blues bi şarkı yapmış, yani değmeyin benim yaslı (yaşlı da olabilir bu) gönlüme.

magritte ile bir portakalı aynı kadraja yerleştirerek bir takım sür-reel fotoğraflar çektim çektiğim hiçbir fotoğrafi beğenmiyorum hep bişi eksik tatsız tutsuz.


magritte'in bir yumurtaya bakarak uçan bir kuşu resimlediği kendi otoportresine bakıp bakıp duruyorum, muhtemelen yaratıcılığına ilişkin bir gönderme yapmış bu portrede fakat ben kendime yordadığımda hayalperestliğime yapılan alaycı bir gönderme diye algılıyorum. en fazla bir omlet olacak yumurtanın hayali gibi...

Cuma, Aralık 07, 2007

ehe

şöyle bi bakayım dedim bloguna bir de ne göreyim yeni bir dizayn yapmışın. işte o an pişman oldum benim blogu sildiğime (ayrıca senin yazdıklarına da tabi) bir yolunu buldum geri döndüm. ne iyi ettim di mi?

neyse böyleyken böyle... dua ediyorum hala bak haberin olsun. bir de foto ekleyip kaçıyorum ben. görüşürüz nasıl olsa...



.

Pazartesi, Kasım 26, 2007

günerik üç

yağmur yağacak gibi, iyice griye çaldı hava herşeyde bi grilik var ağaçların yeşilinde, kahverengisinde, beyazda bulabildiği heryere konmuş gri gri...

kimse acıtabileceği birini acıtmamayı seçmiyor
anca bir başkasının öyküsünde tarihe geçiyoruz, bir başkasının tarihiyle tarihlenip birazda tahrip edilip ...
en can yakıcı sözcüğü bulup da söyleyene verilen bir madalya var bi yerlerde biliyorum ...

Cumartesi, Kasım 24, 2007

günerik ki

ümit besen ve cengiz kurtoğlu türkiyenin marvin gaye'i, otis redding'i, barry white ve hatta al green'idir. haliyle kibariye de türkiyenin tina turner'ıdır.

Perşembe, Kasım 01, 2007

günerik

şu kediler köpekler filan varya onların ne güzel bütün uzuvları yerle temas halinde böyle olunca elimi nereye koyayım gibi bir dertleri olmuyor, yani diyorum ki şu iki ayak üzerinde yürüme olayını iyice bi düşünseydik de omurgayı öyle dikleştirseydik.

bir de şöyle bişi var insanlar telefonda konuşurken bazı kelimelere garip bir vurgu katma eğilimindeler misal yüzyüze olsanız canım diyecek ve yanağından bi habbe alacakken, telefonda o canım canıııımmmmmmmmhh filan gibi bişiye dönüşüyo, eylem eksikliğini sözcüklerde yarattığımız deformasyonla mı kapatmaya çalışıyoruz ey insanoğlu?

söz eylemden eylemde sözden eksik kalmamalı, yoksa hem zihnimiz hem bedenimiz bozuluyo... yani ben kendisinden şahsen duymadım 'bozuluyorum abi şöyle böyle' diye ama hissediyorum bi bozuk aramız sanki.

Cuma, Ekim 19, 2007

of püf fff ...

yılın ilk ufak çaplı hastalığı ile karşı karşıyayım her zamanki gibi yeterince ciddiye almazsam gider mentalitesiyle hareket edecektim ki ... neyse olmadı çünkü boğazım haddinden fazla acıyo bi de öksürük eşlik ediyo, sık aralıklarla "öhö öhöm" gibi bişi yapmak zorunda kalıyorum, filmlerdeki "şş dikkatli olun" ünlemi gibi bişi oluyo. yani böyle adam akıllı bi öksürük bile değil ama böylesi daha fenaymış, sürekli kaşınıyo boğazım çok fena çok. iş bu sebeple bugün toplantıya gitmeyip evimde dinlenmeyi uygun gördüm.

metüst diyor ki; düşünmek insanın kendikendisiyle röportaj yapmasıdır, kendi aranda konuşma durumuna ne kadar benziyor değil mi? bu adamla genelde aynı fikirde oluyoruz ama benim için biraz yaşlı :)

zaman zaman hatta çoğu zaman of diyorum offfff ne ufak tefek minik minnacık, önemsiz meselelerle meşgulüm, meşgulüz, şöyle ulvi erdemli mühim bişiyle ilgilenmek ne iyi olurdu. bu aralar böyle bir önemsemezlik halindeyim, etrafımda olan biteni, gelip gideni gitmeyeni... böyle bir manasızlık bulutu içerisinden çeşitli aksiyonlar akıp gidiyor neyi neden yaptığıma dair hiç bi fikrim yok ya da "yapmasam nolur yapsaam nolur amaaaaan..." gibi bir haleti ruhiye...

garip bi rüya ile uyandım bugün, bizim eski apartmandaydım ve yukarı çıkıyordum merdivenleri çok garipti zaman zaman düz olan merdivenler en beklenmedik anda ya da en tehlikeli yerde döne döne inen merdivenlere dönüşüyordu, çıkarken kolaydı bi nebze ama inerken birden boşluklarla karşılaşmak filan mümkündü ortamın aydınlık olmadığını da belirtmeliyim. kendi dairemizi mi arıyordum başka birine mi gidicektim emin değilim ama yukarı doğru çıkarken burası şunların evi, burası bunların evi gibi şeyler düşünüyordum. bir süre sonra aşağı inmeye karar verdim nedenini hatırlamıyorum, fakat inmek çok zordu. merdivenler arasında öyle boşluklar vardı ki aşağı düşme ihtimali çok yüksekti, sonra kim olduğunu şimdi hatırlamadığım biri "niye yürüdünüz ki asansörle çıksaydınız" dedi. sonra apartmanda asansör olduğu için merdivenlerin böyle gelişigüzel yapıldığını anladım ( haa ondanmış bu diyerek). ve adamında yardımıyla asansörün olduğu yere geçtim ama bu da hayli zor ve tehlikeliydi aşağı düştüm düşücem gibi durumlar söz konusu oldu filan derken yanımda biri daha bitiverdi bu sefer yalnız omamaya başladım asansörün kapısına geldiğimde uyandım galiba.

neyse diyeceğim o ki her şey boş, başım bir hoş.

Çarşamba, Ekim 17, 2007

beni bu havalar mahvetti

havalar soğumaya başladı ve ben tekrar soğuktan ne kadar hoşlanmadığımı hatırladım. evet ben kalın giysilerin insanı değilim, kat kat giyinmelerin... lahanayı bile sevmem ( gerçi en son bi asya usulü salatasını yemiştim o güzeldi bak) üşümekten hoşlanmıyorum, burnumun ayaklarımın mütemadiyen ha üşüdüm ha üşücem pozisyonunda olmasından. ve şimdi kışın habercisi bu havalar benim havalar değil. bu minvalde küresel ısınmanın orta kuşağın ısı derecesini yükselticek olması ayaklarım gelecek üşümelerin sıkıntısını çekme alametleri gösterirken hiç dert değil.

Pazartesi, Ekim 08, 2007

şöyle bir atasözü var mı yoksa ben de bir ata sayarak kendimi gelecek kuşaklara bir öğüt vermek istiyorum, çocukla çocuk, büyükle büyük öküzle öküz olacaksın

Pazar, Ekim 07, 2007

aşk meşk ...

bugün yine kafa yorma gereksinimi duydum ah bilemezsiniz hepsini yazıya dökebilecekmiyim ama ne süper şeyler düşündüm bir kayıt cihazı olmalı zihnimde ... belki de hepsi yalan hiç bişi düşünmedim şimdi kafa buluyorum sevgili okuyucum dediğim okuyucuyla, yani ne idiğü belirsiz yaratığımla.

her neyse bugün yine güzel bir film izledim önce sinemeyla ilgili bir tanımlama zinciri başladı zihnimde, bir koru havalandı göğsümde, sonra aşka geldi mevzu, başladım ıncık cıncık ilerlemeye, her zamanki gibi dünyayı aşk kurtacak sonlu bir potpori, ama insanın gözleri sulanmıyor mu sulanıyor. jung geldi sonra aklıma, bu aşk meselesi de atalarımızdan bize aktarılan bişe olsa gerek, yani aşk olmasa ne bok yiyecektik bilemiyorum siz biliyor musunuz? aşksız bir film bir edebiyat, bir beste var mı? son 20 - 30 yılın bilim kurgularında dünyaya başka bir gezegenden gelmiş üstün varlıkların eksikliğini hissettikleri şey nedense aşktır. tamam dünya boktan bir yerdir, biz insanlar hayli salağızdır, savaşırız bin türlü pisliğe bulaşırız ama işte bir şekilde dünyayı hala güzel yapan ve kimbilir hangi gezegenin hijeninden dünyamıza düşmüş o varlıkta sırf bu aşk mereti yüzünden dünyayı sevilesi, mülteci olunası, yerleşilesi çoluk çocuğa karışılası bir yer olarak bulur. sonra dünya ki, genellikle o dünya denilen yer de abd sınırlarından oluşur, yok olma tehlikesiyle karşılaşır ki birden aşık bir çiftin sevgisi ilen dünya tüm kötülüklerden kurtulur güllük gülistanlık olur, hatta bu tehdit dünya dışı mistik yaratıklardan kaynaklı dahi olsa dahi sevginin aşkın gücü bizi kurtarır vıtr kırt...

yani bir türlü paçamızı sıyıramadığımız bir şey bu, tarif etmekte zorlanıyorum beylik laflar etme gönüllüsü de olmadığımdan mütevazi takılıp bir şey diyorum. farkında mısınız bilmem ama dine yakın bir tarifi var aşkın, kaldı ki pek çok din gönüllüsüde tanrıya olan aşklarıyla tariflemişler yaşam yollarını, illaki bir aşk var. dine yakın diyorum çünkü, bir bilinemezlik bir rasyo(ratio)dan uzaklaşma, bir tarifsizlik aşk. o yüzden hep mistizme daha yakın. biraz aptallaşmak gerek işte, toplama çıkarma yapıldığında olmuyor olamıyor.
yani diyeceğim o ki aşk olmasa ne yapacaktık biz insanoğlu, tanrıyı da öldürmüşken ihtiyacımız olan mistizmi aşktan başka ne karşılayabilirdi?

woody allen'ın love and death'inden bir alıntıyla bu gevezeliğe bir son verelim:

"Aşk, acı çekmektir. Acı çekmemek için insan aşık olmamalı. Ama aşık
olmadığın için de acı çekersin. Yani, aşık olmak acı çekmektir. Ama aşık olmamak da acı çekmektir. Acı, acı çekmektir. Aşık olunca mutlu olursun. Acı çekince mutlu olursun ama açı çekmek insanı mutsuz eder. Bu durumda, mutsuz olmak için insan sevmeli ya da acı çekmek için sevmeli ya da çok fazla mutluluktan acı çekmeli. "

Çarşamba, Ekim 03, 2007

bir vardım bir yoktum,
yinede başımıza gelen bütün bu şeyler dünyada olmamaktan daha mı iyi?

Cumartesi, Eylül 29, 2007

lakırdı

bir varmış bir yokmuş,
öyle varlığına bel bağlamayın ha bir baktınız yok olmuş, ama olmadığına da öylesi bir bel bağlamaya gelmez. zamanın birinde biri ilk sözcüğü söylemiş, sonra sonrasından emin değiliz, sözcük mü varetti olanı biteni, olan biten mi sözcükleri kimbilir. fakat bunlarla mı ilgilenmeliyiz? olup olmadığından tam olarak emin olmadığımız bir hikaye başlamış gitmiş. ve bir varıp bir gittiği o zaman diliminden kimilerinin zihninin bir köşesine ilişmiş, kah erkenden yatağa yerleştirilip daha çok uyku daha az hayatla ilişkili çocukların son göz aralığında kendine bir sahne bulmuş, ebeveynlerin dilinden dökülmüş. bir yer ki, renklerden bahsetmek mavi derken kırmızıyı, kırmızı derken siyahı mor derken van dyck kahverengisini gözler önüne getirebilirken, yukarısı derken aşağısını, aşağısı derken yan tarafı kast edebilirmiş. sahnesini ancak uyku öncesi aralanmış göz kapaklarında bulan bir yerden daha fazlasını beklemek tuhaflık olurdu zira.
garip tanışıklıklara sebep olduğu olurmuş:

-merhaba, yüz yıllık uykumdan uyandığımda karşımda görmek isteyeceğim ilk yüz değildiniz fakat madem karşımdasınız merhabalar size. en son hoşçakal denmişti bana.
-merhaba merhaba size de, üzgünüm beklentinizi karşılayamamaktan, fakat uyanacağınız haberi yıllardır dolaşıyor bu kentte, ilk gördüğünüz şey bir düş meyvesi olsun isterdim tatlı, sulu ve besleyici fakat bunu size ulaştırmak için burada bulunmalıydım.
- kabalığımı hoşgörün öyleyse, bir duvar görmediğim için duyacağım sevinci ertelemiş olmalıyım.

böylesi diyaloglarla karşılaşmak olasıydı bu yerin konaklayıcıları arasında. tuhaf nezaketler.

bir varsa iki kesin yoktu ve sıfır hep yakınlarda bir yerdeydi, gerçi aralarındaki anlaşmaya göre sıfır ve bir'in arası sonsuzdu lakin sonsuzluk görülebilir bir mutlu sondan daha iyisini vaadetmiyordu, olup olabileceği varılamayan bir mutsuzluk ve mutluluktan başka neydi ki?

öykümüze dönersek, dönebilecek miyiz?

Perşembe, Eylül 20, 2007

bir varmıymış yokmuymuş?

bir öykü anlatacakmışım da unutmuşum gibi, "bir varmış bir yokmuş" ... herşeyi biliyordum da hatırlamıyormuşum gibi ...

bir varmış bir yokmuş, şekeri fazla kaçmış bir kahvenin ardından uykusuzluk da yanı başında bitti bir varmış bir yokmuş ne şairane bir başlangıç, bir çocuğa söylenecek şey mi? "öyle güvenme her şeye varsa bile yok olucak".
bir varmış bir yokmuş uzak bir ülkede ne koysan bıraktığın yerde bulurmuşsun, şeytan hiç alıp götürmez dolayısıyla geri de getirmezmiş, şeytanla alışverişin olmadığı onun da kendi halinde takıldığı bir memleket imiş bu ülke. ama varmıymış yoksa yokmuymuş hep bir muamma, kaldı ki kendi vatandaşları dahi yaşayıp durdukları, suyunu içip ağaç gölgelerinden faydalandıkları bu memleketin varlığından ara ara kuşku duyar "lan yoksa!" diye kısa süreli bi panik yaşarlarmış. gerçi bu paniklerini yatıştıracak ya da "hah tamam varmış, boş yere kuşkuya düştüm" demelerine sebep vericek herhangi bir kanıt, ya da düşünme biçimi bulduklarından değil, şüphelerin ardı sıra gelen sakinlik hali tamamen kendiliğinden ve bir kaç saniyenin daha geçmesinden mütevellit gerçekleşirmiş.

konuyla ilgili sorular:
sizce bu ülke nerdeymiş?
sizce ne kadar uzaktaymış?
vatandaşı olmak istermisiniz istemez misiniz?

Pazartesi, Ağustos 13, 2007

thousand of apologies

özür dileyerek başlamak istiyorum,
henüz bir dünya savaşına neden olmamış, herhangi bir kimyasal silahla toplu kıyımlara sebebiyet vermemişken nedir bu suçluluk varoluşuma sirayet etmiş. binlerce özür diliyorum sizden, bir yanlışım varsa arayın diyebileceğim numarada yine karşınıza ben çıkıp özürler dileyeceğim. kızgınım da üstelik sizlere fakat bunun içinde şimdiden özür diliyorum, kızgınım kendimi suçlu hissettirdiğiniz için.
beni sevdiğiniz için özür dilerim, layık olmayı beceremediğim için, beceremediğim tüm şeyler için özür dilerim. ankaradaki su kesintisi için özür dilerim, hala varolmaya devam ettiğim için, küçük hayallerim için ve büyük olanlar için... olması gerekenler olmadığı için, gündelik hayatın küçük hesaplarından kurtulamadığım için, beklediğim şeyler için ve beklemediklerim için... tekrarlar için yeni bir şey olmadığı için, bir türlü cesaret edemediğim şeyler için, ozon tabakası delindiği için, kutuplarda buzlar eridiği için tüm ertelemelerim için, tırnaklarımı yediğim için ve artık yemediğim için, sevdiğim tüm kediler için, öldürdüğüm böcekler için, boşa harcanmış zamanlarım için, halıdaki leke için, biten tuvalet kağıtları için, hala bir süper kahraman olamadığım için, inandığım yalanlar için ve inanmadıklarım için, tanımadığım yüzler için, unuttuğum isimler için, kafamda dönüp duran tümceler için, ezberlemeyi başaramadığım şiirler için, kahveyi şekersiz içtiğim için, dolapta çürüttüğüm sebzeler için, unuttuğum tüm öyküler için, sessizliğim için, sesli olduğum zamanlar için, hatırlamadığım rüyalar için hepsi ve hatırlamayı becerememekten dolayı tekrar özür dileyeceğim binlerce şey için binlerce özür diliyorum.

Çarşamba, Ağustos 01, 2007

meteor yağmuru

çeşme'de başlayan bir süreç oldu, bir hafta boyunca kafamın içinde yazdığım öyküyü tez'i mi yazıyor olmam gerektiği düşüncesiyle erteleyip akşam vakti güneşlenmelerinde kafamın içinde sayfaları doldurmasına izin verdim. sonra bu öykü ucunu bucağını takip edemediğim dallanıp budaklanmalarla çeşme ertesi, toplu taşıma araçlarında, muhabbet ortası suskunluklarında sürmeye devam etti. öykü serpildikçe serpildi ve fakat ben artık başlangıç noktasından oldukça uzaklaştım, üstelik hiç bir cümlesini zihnimin tozlu yaprakları dışında bir yere kaydetmemiş olmamdan, en başını ilk andaki gibi hatırlamam oldukça güçleşti. şimdi son cümlelerini hatırlıyorum. öykü gerçeğe bulaştı, diyaloglara dönüştü, dün gecelerden ilham aldı ve bir şekilde kafamın içindeki uzayda salınıp duran özne, yüklem meteorlarına dönüştü.

"suyun akışı rengi"

"sende benim"

"merdivenden iniş gibiydi yüzün"

"- ne güzel sevmiştin beni
- sen de beni
- evet
- bir daha öyle olmayacak gibi geliyor
- galiba olmayacak
- ne güzeldi
- o ev büyülü gibiydi
- ingiliz kahvaltısı hazırlayacağım diye tutturmuştun
- dalga geçmişti öz
- balkonu hatırlıyor musun, güneşlenirdik orda
- hiç bitmeyen kahvaltılar yapardık, çamur gelirdi
- kedileri sevmeye başlamıştın
- kedileri sevdirmiştin bana"

" kaç böceğin cenazesi kalkar bu diyardan?"

"-hoşlandın di mi o adamdan
-bilmem hoş bi tipti, kıskanç bi aşık gibi davranıyosun
-hayır sadece seni o kadar kolay elde edemeyeceğini bilsin istiyorum
-sersem "

" -28 yaşındayım ve hala salağım, bazı şeylerin değişmesi gerekmez miydi?
-ben 30 kusür yaşındayım ve hala salağım.
-bu daha trajik gibi görünüyor."

" -başıma gelmeyecekler diye bi liste hazırlamış olmalıyım ve hayat serüvenim başıma gelmeyecekler listesinden bir başlığın daha başıma gelmesiyle sürecek sanırım
-herşey insan için be
-bu kadar klişe sana yakışmadı şimdi
-ama sen bu listeyle iyi bi ikili mi oluşturduğunu düşünüyosun?
-pis"

"yere dökülen unun sessizliğindeydi sesin"

"dünyayı kendi ölçeğindeki bir ahlakla değerlendirdiğinden 'o kadar' da değil diyorsun ya, 'o kadar' olabiliyor."

"- dün gece terasta gökyüzünü izlerken, yıldız kaysın lütfen dedim, ne oldu biliyor musun? kaydı.
-ne diledin?
-bir daha kaymasını.
- kaydı mı?
- ı ıh ..."

Cumartesi, Haziran 23, 2007

topukladım

arkadaşların teker teker evlendiği yaşlara geldik artık, fakat ilk evre son buldu "herkes evleniyo allam nolucak" şimdi ikinci evre olan evlenen ve bana ayakabı çanta ve bilimum amaç yönelimli alışveriş yapma zorunluluğu yaratan arkadaşlarıma kızgınlık evresine geçtim. şu hayatta uyuz olduğum bir şey varsa o da bu amaç yönelimli alışveriştir, otobüs beklemeye benzer ki beklemekten ne kadar nefret ettiğimi de çeşitli vesilelerle anlatmışımdır. otobüsü bekleyip dururken duraktan bi sizin otobüs geçmez, mağaza mağaza dolaşırsınız binlerce hoş şeyle karşılaşırsınız ama bunlardan hiçbiri ihtiyacınıza hitap etmez, ya kıçı başı bozuktur ya numarası yoktur ya rengi illa bi sanci bi gam bi kasavet bi sinir bi delilik bir ... o yüzden mümkün olan alışveriş stillerinden en çok başka yapcak bişiyiniz olmadığı zamanlarda şöyle bir vitrinlere bakarken "hımm... evet... hoş evet... işte bu o!" diye kasaya doğru ilerlenilen stili tercih ediyorum beni bu anlamda mağdur eden tüm arkadaşlarıma sinirleniyorum evet!
ayrıca 2007'nin topuklu ayakkabı aldığım tarih olarak kayıtlara geçmesini istiyorum.

Pazar, Mayıs 20, 2007

bazı şeyleri ikinci kez yapmayı sevmiyorum, okuduğum bir kitabı tekrar okumayı, izlediğim bir filmi tekrar izlemeyi, aldığım bir dersi tekrar almayı, anlattığım bir şeyi tekrar anlatmayı, sorduğum soruyu tekrar sormayı ... sanki zaman kaybediyormuşum bu tekrarı yaparken yapılabilecek yeni bir şeyi yapmıyormuşum gibi. belki de vejetaryen kasabın öyküsünden farksız bi şekilde ...
bazı şeyleri tekrar tekrar yapmaksa sanki onları daha güzel hale getiriyor, sevişmek, daha önce başkalarıyla gittiğim bir yere yeniden gitmek, bir şarkıyı dinlemek, gülmek ...

filmler tekrarını yapmaktan hoşlandığım şeyler arasında sayılmaz pek ama tekrar izledim.

"- You know what I do when I feel completely unoriginal?
- What?
- I make a noise or I do something that no one has ever done before. And then I can feel unique again even if it's only for like a second. "

Salı, Mayıs 15, 2007

dünyanın en güzel şarkısı

dünyanın en güzel şarkısı, baharda dinlemenin ayrı bir keyfi var. hiç bir şey olmayıp insanın sadece kendi olmasından duyduğu şey, ney işte bişey süper ama ... bu şarkı bana hep uzun süren işsizlik döneminde hala daha neşesini, hayata bağlılığını ve hayallerini kaybetmeyen sevgili arkadaşım S.'yi hatırlatır. bir istanbul akşamı yada sabahı henüz kahvaltımızı yapmışken, evet evet öyle... nina çalıyordu kanepenin bir köşesinde ben diğerinde S. "çok güzel bu ya..." "hımm evet."
o zaman tam ne kadar güzel olduğunu anlamamıştım yani bu kadar güzel olabileceğini. kulağımda hiç bir boka sahip değilim diye yırtınırken nina omuzlarımın dikleşeceğini, gözlerimin içinde bir gülümseyle başımı yukarı kaldırıp akıp giden kalabalığa baktıracağını, got my boobs dediğinde çok şükür dedirtip keyiflendireceğini, i've got my freedom derken adımlarımın güçleneceğini i got the life derken tarif edilmez bir duyguya kapılabileceğimi henüz farketmemiştim.



ain't got no home,
ain't got no shoes
ain't got no money,
ain't got no class ain't got no skirts,
ain't got no sweater ain't got no perfume,
ain't got no beer ain't got no manain't got no mother,
ain't got no culture ain't got no friends,
ain't got no schooling ain't got no love,
ain't got no name ain't got no ticket,
ain't got no token ain't got no godwhat about god?
why am i alive anyway?
yeah, what about god?
nobody can take away
i got my hair, i got my head
i got my brains, i got my ears
i got my eyes, i got my nose
i got my mouth, i got my smile
i got my tongue, i got my chin
i got my neck, i got my boobs
i got my heart, i got my soul
i got my back, i got my sex
i got my arms, i got my hands
i got my fingers, got my legs
i got my feet, i got my toes
i got my liver, got my blood
i've got life , i've got my freedom
i've got the life and i'm gonna keep it
i've got the life and nobody's gonna take it away
i've got the life



21.04.2003 tarihinde yeterince yaşamış olarak hayata veda etti nina simone.

http://www.youtube.com/watch?v=GUcXI2BIUOQ

Pazar, Mayıs 13, 2007

"onemli olmayana onem vermekten vazgecilseydi, varolmak tumuyle imkansiz bir girisim olurdu." cioran
bugün hayli eğlendirdi bu laf beni hatta yarıldım desem yeridir.

Cumartesi, Mayıs 12, 2007

bir parça basma pazen

bazen sanki gerçek değilmişcesine iyi hissedersiniz.

bazen clarkent süpermen olmuştur.

bazen seni seviyorum kelimesi bütün evrende aynı anlamdadır kara delikte bile...

bazen evrende başka bir güç olduğunu tüm iliklerinize kadar hissdersiniz.

bazen yanlışsız bir hayatın beraklığındadır zihnin.

bazen kaygı antartikada +31 dereceyi görmek gibi olanaksızdır.

bazen yaşadığınız kent dünyanın en güzel şehridir.

bazen dünyanın en güzel şarkısı şu anda çalıyor olandır.

bazen ılık, soğuk herneyse işte o rüzgar sinbadın yelkenini dolduran rüzgarın aynısıdır.

bazen tüm hayaller herşey olacağına varır durağındadır.

  • konuyla ilgili olarak: "hayatlarını clarkent olarak sürdüren süpermenler gibiyiz" metüst

Pazar, Nisan 29, 2007

bi dilek ...

- bi dilek tut.
- tuttum.
- neydi?
- bi mucize diledim, olur musun?

Çarşamba, Nisan 25, 2007

titrerim mucrim gibi baktikca istikbalime

kimseye etmem sikayet aglarim ben halime
titrerim mucrim* gibi baktikca istikbalime
perdi-i zulmet** cekilmis korkarim ikbalime***
titrerim mucrim gibi baktikca istikbalime

çocukluktan bir anı:

annem ve babamın şimdi neden olduğunu hatırlamadığım bir tartışmasının ardından annem gidiyorum ben dedi. yeşil iki kişilik koltuğun üzerinde ben ve babam annemin gidişini izledik. üç beş yaşları olsa gerek. bir de şarap bardağı vardı. kendimi en kötü hissettiğim zamanlarda o koltuğun üstündeki yeşil anı canlanıyor zihnimde. annem bir süre sonra döndü uzun bir süre değildi, belki 15 dk sonra, ama ben hala benden vazgeçmiş olduğu o anla başetmeye çalışıyorum.

şimdi bir yetişkinim. zamana eskisi kadar güvenmiyorum.

*mucrim = suçlu
**perdi-i zulmet = karanlık perdesi
***ikbal= baht

Pazartesi, Nisan 23, 2007

hulk'a sesleniş

"kediler başka evrenlerden haberler getiren telefonlardır"
j. cortazar.

bir sigara bir kahve içimi sizlerleyim sevgili okuyucum, okuyucularım. uzun zaman öncesine dayanır bu olmayanla konuşma eğilimim. ilkokul sıralarında "kendi aranda konuşma" uyarılarına hedef oluşumun müsebibi bu olmayan ya da henüz olmayan diyelim ( fakirin umudu) dinleyicilerle konuşma eğilimi biliyorum ki pek peşimi bırakmayacak gibi...

o yüzden ara sıra böyle bir halka (belki de hulk) sesleniş halinde buluyorum kendimi... geçenlerde bir arkadaşım darbe olsun başında da sen ol diye isteğini dile getirmiş idi tabi bu istek savaşalım ama orduları sen komuta et demek gibi yani savaşmayalım sevişelim demenin başka bir şekli.

şimdi yapmam gereken şeyleri erteleyip de geçtiğim klavye başında geçenlerde farketmiş olduğum bir kaç mühim şeyi yazmaya niyet etmiştim, fakat sevgili okuyucu tamamen unuttum. ki bu büyük adam olamıyacağımın da garantisidir. ne zamanki not tutmayı öğrenip aklımdan geçenlerin geçip gitmesine izin vermemeyi başaracağım işte o gün biz ...

bir kahve falı:

bir adamla tanışıcam ve onunla yurt dışında yaşamaya karar vericekmişim üç vakte kadar, tabi tezimi layıkıyla teslim ediyorum sora, kalabalık bir ortama giriyorum filan kalp gözü açık bir başka şahıs benim hakkımda önemli bir farkedişini aktarıyor ki bu beni acaip etkiliyor ve mesleki anlamda ve hatta özel hayatıma dair bi takım önemli kararlar almama vesile oluyor sora, henüz neresi olduğunu bilemediğim bir yabancı memlekette önemli başarılara imza atıyomuşum ve efenim taa buralardan duyuluveriyomuş.

bunu da buraya unutmayayım diye yazdım zira gerçekleşirse kendisini önemli bir falcı olarak halka takdim edeceğim, olmaz ise de muhtemelen kendime küfür edicem hadi bakalım üç vakte kadar şu tezi teslim edeyim sora hepinizi salonda çok sevicem sevgili okuyucumlarım.

son olarak kediler, okuyucu başka bir evrenin graham bell'leridir.

Pazar, Nisan 15, 2007

yoksa ben zurna mıyım?

bu varoluşsal soruyu insan ara ara kendine soruyor itiraf edin!

Cumartesi, Nisan 14, 2007

araf

aklım beni rasyonel olmaya davet etmediğinde yada bu daveti büyük bir hırçınlıkla geri çevirdiğimde ...

hakketmiyorum, yeterince naif, yeterince mütevazi olmadığımdan, tamahkarlığımdan, olduğum(n)dan daha fazla şey sandığımdan, çelişkilerimden, kararsızlıklarımdan, masallara inanacak kadar naif olmayı da masallara sırtımı dönmeyi de beceremediğimden, beceriksizliğimden. olmayan ülkeye inandığımdan ve inanmadığımdan hakketmiyorum.

artık 28 yaşındayım yani bir zamanlar insanların ne olucaksın sorularına verdiğim cevabı olduğum yaştayım, öyle miyim oldum mu? olabilecek herşey oldu mu?

bi gün dünyanın bir köşesinde başına gelebileceklerin başına gelmesini bekleyen biri yani sadece biri olduğumu kabul edebilecek olgunluğa erişebilecek miyim?

Pazar, Nisan 08, 2007

hachidan

yamato ensemble dinliyorum parçamızın ismi hachidan kimbilir ne demek japonca ama iyi bişi demek değilmiş gibi geliyo bana. fuji'nin tepelerinde kaybolmuş bir adamdan bahsediyor olabilir... kurosawa filmlerinden bildiğimiz kıyafetleriyle düşe kalka, kara bata çıka, sislerin arasından can hıraş yürüyen bi adam canlanıyor gözümde zaten hava soğuk bunun kafasının yarısı saçsız haliyle üşüyor bere filan yok. tabi bozar japon'u, o kıyafetlerle yürümek desen hayli zorlu iş...
şimdi bu japon öyküye biraz orhan gencebay sosu bulamak istiyorum. fujiden iniyor adam sevdalısına doğru, harcamış kılıcıyla bi sürü namussuzu ( na-mu su-zu) hanım da yeşil çay yapmış bekliyor samurayını fakat hanım kızımızla savaşa gitmeden evvel yaşadıkları "bırak bu işleri, evinin samur-ayı ol" cağrısına "memleket sevdası"nın bir başka oluşunu açıklama yoluyla tersleyen kahramanımız şimdi fuji'den aşağı inerken "ya evde yoksan" gerginliği yaşamaktadır soğuk kıyafetler ve alnın açıkta kalan kısmının verdiği gerginliğin üstüne.

çok acıklı bi parça üzülüyorum ben bunu dinlerken hatta üzüleyim diye dinliyorum çoğu zaman.

ya evde yoksan, ya gelirse, ya ararsa, ya yazarsa, ya gitmişse, ya yoksa, ya hiç olmamışsa ... adamımızı hiç fuji'ye çıkarmadan verelim bu olasılık "ünlem"lerini yine oturup bu parçayı, neyse o çaldıkları yaylı alet, şimdi adını da bilmiyorum ama kanunla sitar biraz da arp sentezi o aletin her bir telini aynı bu şekil tek tek çeker. hayattan olasılık cümlelerini kaldıralım, sayısal lotodan medet umanlara "i'm de sorry so sorry" demek istiyorum pişkince, evet tüm ilişkiler deterministik olsun ve fakat laboratuar koşullarındaki gibi gerçekleşsin a uyarını b ye her koşulda ve durumda neden olsun bu kadar kafa karışmasın olasılık belirtilmesin, kombinasyonları matematik müfredatından kaldıralım 2 kere 2 sadece dört edebilsin adamda evine gittiğinde sıcak yeşil çayını içsin.

bulsam bi yerden koyacaktım linkini mamafih bulamadım.

Pazartesi, Nisan 02, 2007

kişisel manifestom

  • dünyada varolduğunu hissetmek için tüketmek zorunda değilsin bazen tüketmemek seni daha çok var yapar.
  • herhangi bir konu hakkında rijit fikirler edinme, bu hayatını zorlaştırmaktan başka işe yaramaz.
  • hayatında "asla ..." diyerek başlıyacağın cümleler olsun ama bilki bunlardan bir kaçını zaman zaman görmezden geliceksin.
  • ucuza gitme, kendini, insanları hayatı ucuz yollu tanımlamaya çalışma.
  • seinfeld karakterlerinden biri değilsin, bir şey yapma güdüsünü kaybetmemen gerek.
  • tembellik yapmayı kendini geliştirmek sözkonusu olduğunda ertele ama sakın tembellikten vazgeçme.
  • kendi varlığına güven, bundan bahsederken "kendine güvenmek" gibi bir popcorndan bahsetmiyorum. diyorum ki yaptığın, yapacağın, yapmak istediğin şeylerin bir anlamı olduğuna inan. varlığına, varoluşuna güven.
  • varoluşunun işe yaramasını sağla, senin için, sevdiklerin için.
  • yavaş ol, karar verirken.
  • dürtülerini kontrol etmeyi öğren.
  • yeterince istemediğin şeyleri, "aman ne olucak" diye yapma.
  • ne istediğini bilmiyorsan bile ne istemediğin hakkında etraflı bir fikrin olsun.
  • herhangi bir şey iki günden daha fazla ertelenemez, buna artık ertelenme denmez haberin olsun.
  • bu yazdıklarını abartma ama uçup gitmesine de izin verme.

bu manifestoyu bir süre önce kendimden ilhamla kendime yazmış idim, şimdi tekrar tekrar hatırlıyayım kendimden uzaklaşmayayım diye burda ...

Cuma, Mart 23, 2007

dil dilim dilimimiz

bazen konuşmamak en iyisi ama malesef çözüm değil.
kavramlar, kelimelerin zihnimizdeki anlamları o kadar farklı ki bir kelimenin beni götürdüğü yer ... ağzımdan çıktığı anda diğerini götürdüğü yer, arasında sonsuz varyasyon anlaşılmayı bu kadar imkansız kılmasına rağmen yinede anlaşabiliyo olmamız bir mucize gibi. ki bu durumda antik dönem nihilistlerine selam ederim.
gösteren ve gösterilenler zinciri arasındaki bilinemezlik ilk defa benim dikkatimi çekiyor değil elbette saussure daha önce, çok çook önce dem vurmuş bu imkansızlıklar arasındaki imkandan. birbirimize en ulaşabildiğimiz yer burası kelimelerle kurduğumuz yalan yanlış dünya.
zaman ve mekandaki bağımsızlığımızla beraber dile daha bağımlı bir hale geldik. bu yüzden onu daha stabil hale getirmek için uğraşımız daha standart, daha herkes tarafından anlaşılır hale getirmek, ama işte sözcükler de kendi hürriyetleri için savaşıyorlar ve hep daha uzak bir yeri tarif ediyorlar.
geçenlerde otobüs durağında, beklemek için yerleştirilmiş taburelerden birinin altında gençlik yıllarını yaşayan bir kedi günlük kişisel bakımını gerçekleştirip tüylerini yalıyordu, henüz 3 yaşlarında bir ufaklık annesinin elelrinden kurtulup benim bacaklarımın hemen yanında yere çöküp seslendi:
- kediii kediiii kediiiiii !!!
- henüz ismini bilmiyor ama o .
- (sessizlik) .......... kediii... kediiiiiii....

Çarşamba, Şubat 14, 2007

Kendi aramda konuşucam







Sevgililer günün kutlu olsun. Bunlar da hediyelerim.

Cumartesi, Ocak 20, 2007

bugün benim doğum günüm hem yastayım hem paslıyım la la la ...

28 yıllık bir değerlendirme yazısı yazmayı uygun gördüm, 28 yıldır yaşıyorum sevgili okuyucum dile kolay biliyorum "yirmi sekiz" ama zihne zor... hangi kısmından sonra saymaya başladım tam olarak hatırlamıyorum, ama yılları saymadığım saydıkça bıktığım usandığım zamanlar oldu. ikişerli saydığım, geriye doğru saydığım, çeşitli aritmetik oyunlarla bu sayma işine heyecan katmaya çalıştığım... ama ... matematik affetmiyor eşitir 28 le başbaşa kalakalıyoruz.
"ee ... 28 yıl yaşadın da ne oldu?" denilecek olduğunda verilecek ahım şahım bir cevabımın olmamasının ezikliğini bu yıl daha bir hissediyorum 2007' yi başından itibaren sevmedim desem 2006, bana farklı davrandın sanki deyip beyanımı ciddiyetsizlikle itham edebilir ama bunu kendisinin çok bilmişliğine veriririm!
yıllarla beraber kalabalık duygusuyla yalnızlık duygusu birbirinden ayrılmayan birşeye dönüştü okuyucu ... hala ölmek için çok erken yaşamak içinse hayli yorucu hayat, hala yapılacak çok şey, yapacak çok az enerji var, hala tembelim ve hala kendi kurgularımın naifliği içinde saftirik olimpiyatlarında gümüş madalyaya adayım, hala yüzümde ergen sivilceleri beliririyor, hala zamanla ilişkim okyanusta bir saldan farksız devrik ve uygunsuz...
"hala"lardan sonra gelelim "artık" kısmına artık yeni bir şey yok!

Cumartesi, Ocak 06, 2007

acısıyla tatlısıyla

bi zaman bi yerde söylediğim gibi kendimize duymaktan hoşlanacağımız şeyler söyleyen arkadaşlar edinip ardından onların acı söyledikleri ana ulaşırız ve dost deriz. dost acı söyler, hayatımızın sıradanlığını hatırlatırlar sanki kendileri bu sıradanlığı bozan yegane şey değilmişcesine. neden? sıradanlığa hapsettiklerinden kendilerini. sanki kendimi sıradan olmaktan kurtardığım zamanlarda dostlarımı düşünmüyormuşcasına, sıradan olmayı yakıştırırlar bize, kendilerine... sanki sıradanlıktan kurtulmamımızın tek yolu birbirimizi özel kılmamız değilmişcesine... sanki selim'in turgut özben'i olmasa selim sıradanlığın abidesi olabilirmişcesine.