Pazar, Aralık 03, 2006

nezaket romayı yakarsa

kendimi çoğu zaman şener şen'in namussuz namuslu'sunun ilk evresindeymiş gibi hissediyorum ki şu günlerde ikinci evreye geçme hissim oldukça arttı.
nezaket sadece takvim yapraklarında günün kız ismi olarak önerilen bir isim değil elbet, iyi kötü karşılaştığım herkesi layık gördüğüm bir davranış biçimi aynı zamanda. bundandır ki asla ve kata birinin suratına telefon kapatmışlığım, ne bilim kötü kokan birinin yanında burnumu tıkamışlığım olmamıştır fakat şimdi düşünüyorumda... e ee... iyi mi yapmışım burnumu kapatmadığım için midem bulandı o gün de saçma sapan beslendiğim için otobüsten indiğimde kusmak üzere kalakaldım belki, telefonu suratına kapatmadığım için muhtemel telefon benim suratıma kapatıldı, çalan her telefonu açtığım açmamanın ayıp olacağını düşündüğümden kimbilir ne saçma sohbetleri ne lüzümsuz zamanlarda yapmak zorunda kaldım, meşgule düşürüp de geri aradığım kim olduğunu bile bilmediğim insanlar yüzünden telefon faturama extradan kaç kontör eklendi, gecikmiş maaşımı almak için sürekli aramanın domuzluk olacağını düşünüp nassa ararlar bi durum olursa diye düşündüğümde muhtemel maaşımı domuz olan diğerinden yaklaşık üç ay sonra almışımdır. şimdi yine nezaket olsun diye muhtemel dedim, diyorum... siz nezaketi boşverin kaldırın o muhtemelleri ayniyle baki deyin.
nezaket hakkındaki fikirlerim bir kız ismi olarak çok kötü bir isim olduğu yönünde sonrasi romayı da yakalım!

Perşembe, Kasım 30, 2006

bir aşk öyküsü

tuğçe emreye aşık,
emre okulun sevimli popüler çocuğu; biraz haylaz, biraz duygusal. tuğçeye ailesinden bahsediyor kimseyle konuşmadığı gibi, anne babası boşanmış emre'nin uzakta bir yerde babası. tuğçe'lerin evde bazı problemler var boşanmayı düşünüyor anne ile baba tuğçe'yi emre teselli ediyor .

odama ilk geldiğinde, nasıl buldu o cesareti merak ediyorum şimdi, sevimli yüzü kızarmıştı biraz. "ben. bişiden bahsedicem. ben. size." diye başladı, "dinliyorum" dedim. "ben. şeyy.. bizim sınıfta bi çocuk var. şey ben emre işte hocam." başka bişey demesi gerekmedi. gülümsedik karşılıklı. onunki biraz utangaç benimki görmüş geçirmiş.
"söylemelimiyim sizce" ... " yani söyleyip kurtulmak istiyorum bazen."
"başka türlü bakıyo bana, bazen yani hissediyorum biraz sanki o da ..."
"bazen çok kötü hissediyorum, gelip soruyo neyin var diye. diyemiyorum ki senin yüzünden. nası diyeyim kii..."

tuğçe, kırmızı yanaklı pembe dudaklı bi kız. hafif balık etli, çok güzel saçları var sonra sesinde onu çok sevimli yapan küçük bi aksan var. çok içten, öyle kendini saklayamayan gözleri var. okulun en haylazları bile tuğçe'yi çok seviyo. tuğçe iyi kız, elinden geldiği sürece herkese yardım eder. en büyük istediği öğrenci değişim programıyla yurt dışına çıkmak, yazmayı seviyor ingilizceyi seviyor, güzel müzikler dinliyor. çok özel küçük bi kız tuğçe.
emre'nin bir tuhaf davranışları var " bi tuhaf davranıyo sanki hocam",
bazen gözlerinin içine içine bakması bazen bakamaması, " yani ne biliyim, kafasını eğiyo önüne" hepsinin bi anlamı var onda.

bi gün statda bir gösteri için bulunduklarında yağmurun altında omuzlarından tutup gözlerinin içine bakmış emre, neyin var demiş bir kaç sn öyle durmuşlar. "çok çok güzel bi andı hocam"

"tuğçecim emre'nin seni farkedebilecek olgunlukta olduğunu pek sanmıyorum, ama farketseydi kendi için çok iyi bişe yapmış olurdu biliyomusun."
öyle küçük ki suratı, yanakları kirazlaştı iyice, gözleri sulandı.
"bazen öyle üzülüyorum ki olmayacak olması o kadar kötü kii."

bir kaç haftadır görüşüyoruz tuğçeyle şimdilerde çok mutlu, daha çok vakit geçiriyorlar emreyle, sinema klübündeler beraber bi yazı yazıcaklar dergiye, ingilizce çalıştırıyo ona, dışarda vakit geçirecekler belki...

"şey olmaz dimi hocam, yani insan arkadaşıyla sinemaya gider dimi, yani dergiye yazı yazıcaz sonuçta"

Pazar, Ekim 15, 2006

the ballad of the reading gaol

Yet each man kills the thing he loves
By each let this be heard,
Some do it with a bitter look,
Some with a flattering word,
The coward does it with a kiss,
The brave man with a sword!
Some kill their love when they are young,
And some when they are old;
Some strangle with the hands of Lust,
Some with the hands of Gold:
The kindest use a knife, because
The dead so soon grow cold.
Some love too little, some too long,
Some sell, and others buy;
Some do the deed with many tears,
And some without a sigh:
For each man kills the thing he loves,
Yet each man does not die.
Oscar Wilde

ingilizcesinin çok güzel bi ezgisi var ama şimdi anlamına daha bi hakim olabilmek için türkçesi:

Her insan öldürür gene de sevdiğini
Bu böyle bilinsin herkes tarafından,
Kiminin ters bakışından gelir ölüm,
Kiminin iltifatından,
Korkağın öpücüğünden,
Cesurun kılıcından!
Kimisi aşkını gençlikte öldürür,
Yaşını başını almışken kimi;
Biri Şehvet'in elleriyle boğazlar,
Birinin altındır elleri,
Yumuşak kalpli bıçak kullanır
Çünkü ceset soğur hemen.
Kimi pek az sever, kimi derinden,
Biri müşteridir, diğeri satıcı;
Kimi vardır, gözyaşlarıyla bitirir işi,
Kiminden ne bir ah, ne bir figan:
Çünkü her insan öldürür sevdiğini,
Gene de ölmez insan.

burda dursun bu arada sırada gelip okuycam. şiirin tamamı da bu linkten bulunabilir.
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=410

Cumartesi, Ekim 14, 2006

when i was child ...

sıcak bir gün olduğunu hatırlıyorum, evin önündeki erik ağacının altında, ki inanın o ağaca çıkma hakkı ve üzerindeki eriklerle ilgili dünya tarihinde olduğundan daha çok savaş yapılmıştır komşu çocuklarıyla. işte ben o ağacın altında gözlerimi kapatmış birini çağırıyordum, sadece yeterince çağırırsam geleceğine inanıyordum. bazen dikkatim dağılıyordu yani tam onu tam olarak çağırmaya konsantre olmuşken biraz önce kırdığım tabağın kalıntılarını iyice saklayıp saklamadığımı düşünmeye başlıyordum, annem geldiğinde kırdığımı görürse ... neyse neyse evet şimdi tekrar konsantre olalım, tabi bu esnada henüz 6-7 yaşlarında bir çocuğun aklından geçebilecek ve tabi geçmeyecek bir sürü şey geçip duruyordu zihnimden, diğer yandan da telepatik olarak onu çağırıyordum. çağırıyordum... çağırıyordum... hem ona bir süprizim bile olabilirdi evet ona söyleyecek şeylerim vardı, hemen gelmeliydi, yoksa bana karşı mı geliyordu hemen buraya gel diyorum sana!! lütfen gel! yani gelirsen çok sevinirim.. gibi çeşitli üsluplar kullanarak çağırdım çağırdıım ... bunların çok zaman aldığını sanıyorsunuz değil mi, aslında pek değil bir çocuğun zihinsel hızının bizlerden daha iyi olduğunu o zamanki benle karşılaştırdığımda dahi görebiliyorum dolayısıyla tüm bunların aklımdan gelip geçmesi 15-20 dk bulmaz. sonra gözlerimi açtığımda miyyv die bana doğru ilerleyen tekir kedimi gördüm, gelmişti! biliyordum!
ama işte tarihimdeki bu yanlış öğrenme bana tahmin ettiğimden daha fazlasına mal oldu. olur da daha...
tekiri onun için evden aşırdığım peynirle beslerken bi yandanda yine telepatik olarak konuşmaya devam ediyoruz:
" geç kaldın biraz nooldu?"
"çatı katını biliyorsun ordan çıkmam zor oldu, hem çok gürültülü sesini duymak zor oluyor tam kapıdan çıktım seni duydum koşa koşa geldim"
o günlerde bunları birine anlatıyor olsaydım bir çocuk psikoloğuyla tanışmak için üniversite zamanını beklemem gerekmiyecekti.
bu kedinin bir adı yoktu, tekir dememe bakmayın o yaşlardan sonra kedi cinslerine dair bilgimin artışı ile ilgili bir tanımlama bu. onu ben bulmuştum, küçüktü. sonra komşunun çatı katına çıkarıp bir yuva yapmıştık. bu yuva yapma işlerine mahallenin tüm çocukları katılır ama yinede kedi ya da köpek bir kişinin olur. bilirsiniz yemek götüren o olur, kucağında taşıyan, evden battaniyeleri götürdüğü için dayak yiyen bir kişidir ve o kişi bendim. ama bi ismi yoktu, sadece "var"dı. ona hiç seslendiğimi hatırlamıyorum... belkide hafızamın aldatmacası kimbilir...
ben onu çağırmıştım hiç kelime kullanmadan ve o gelmişti, biliyordum geleceğini demiştim bende içimden... o da bana miyyv demişti. kısa ve net!
sonra çok fena bitlendim, uzun bi süre annemin karantinasından çıkamadığımdan isimsiz kedimi büyüdüğünde göremedim bizim mahalleyi terketmişti sanırım, ben bi kaç kez daha o ağacın altında bekleyip onu çağırdım ama kimse gelmedi... biliyordum.

Pazartesi, Ekim 09, 2006

kendi kendisi kendisinde de şizofrenik sohbetler bölüm bir

kendimi de bi köşede sıkıştırdım ee.. anlat bakalım diyorum görüşmeyeli...

- şöyle genişce yumuşakca rahat bir koltuk olsun da bilgisayar kullanıcılığının asri etkilerini sırtımdan uzak tutabileyim,
- bedeninle bu kadar haşır neşirsin demek son günlerde hı?
- değilim ki ağrıyor, cümleleri kesinleştirmekte üstüne yok. aynı zihinden beslendiğimize göre benim de eksiğim olmamalı.
- burada gülebiliriz birlikte keh keh gibi belki hıncal uluç'u taklit edip.
- düşündümde ben bu değerli gibi gülmeyi pek beceremiyorum bu tür durumlarda burundan çıkan kısa ve tek bir nefesi yeterli görüyorum, sıtmaya tutulmuşcasına nefes darlığı muzdaribi bu gülüştense.
- bu geceyi yazmaya adayıp, bu şizofrenik sohbete davet ederken kendimi, hıncal uluç'un cümle içinde kullanıldığı bir sohbeti hiç ummuyordum. işte hayat nelere kadir diyerek kadir inanırı da burada yersiz bi biçimde analım.
- bu şizofreniye katkı sağlıyacak başka bir konuğumuzsa taa ingilterelerden aramıza katılan morrisey beyler. kendileri "girlfriend in a coma, i know i know ... it's serious girlfriend in a coma, i know i know ...it's really serious " diyerek aramızdalar.
- böyle bilgece laflar edesim var, diğer yandan komik de bulmuyor değilim bu halimi.
- sevgili okuyucu, ancak hatırlıyorum seni, kendime güldüğüm zamanlarda belki; belkide gülmek için.insanın bir şahidi olmasa kendisine gülmesinin ne anlamı olabilir ... bilgelik diyordum evet hergün biraz daha tanıyorum kendimi inanmazsın en çok toplu taşıma araçlarında yeniden tanışıyoruz kendisiyle en çok da kendisinin kendisi ile karşılaşıyoruz.
- sonra aynalar var birde hani şu sirklerdeki komik aynalardan bir kısmı çarpık tanımalar, ışığın çarpılmış adaletinden çıkmış görüntülerim ağzım burnum zihnim, şimdi durup düşünüyorum da sevgili okuyucu o da ben değilmiyim. ışık benim üstümde kırılıp da aynanın şekilsizliğinde şekil bulmuyor mu?

banyodan gelen sesleri kontrol ettikten sonra sohbetimize kaldığı yerden devam ediyoruz, sadece borularda kalmış bir kaç damla suyun aksırmasıymış...

- ne bulmaya çalışıyorum acaba bi kazıya çıkmış da fenerini evde unutmuş şaşkın arkeologlar gibi, ilerliyorum ilerlemesine de bişe görecek gibi olduğumda, ki elimde fenerin olmadığını evde bıraktığımı da göz önünde bulundurursak oldukça görülmeye değer bişi olması lazım, kafamı çeviriyorum. hah işte şimdi tom waits'in sırasıdır bu geceyi poor edward'a üzülmeye adıyorum. ve tez hocamdan artık rüyalarıma girmemesini rica ediyorum, dudağımın kenarında az sonra orda olacağım diyen bir herpes ile ... ah dünya bir sahne de biz de oyuncularız öyle mi, herpes ne öyleyse a.q.? o da mı oyuncu...
- libero. bu kelimeyi bi ara cümle içinde kullanmalıyım futbolla ilgili bi terim olsa gerek, oo bugün yine libero günündesin!
- mezun olduğum sıralarda Yalom'un varoluşçu psikoterapisini okuyordum şimdi tekrar elime aldığımda kitabı 685'i sayfada bıraktığımı gördüm anlamsızlık başlığında. ne kadar da manidar. belki şimdilerde tekrar bu başlığın altını gözden geçirmeliyim.
- bugün çok libero günümdeyim, sözlükten şöyle bi gözden geçirdim ne demekmiş libero diye sezgisel olarak günün kelimesi seçtiğim libero'nun defansın arkasında oynayan adam, voleybolda ofansif yönü zayıf, savunma yönü yüksek, oyuna istediği zaman girip çıkabilen oyuncu manasına geldiğini gördüm sezgilere güvenmek lazım.

bu şizofrenik sohbetin geri kalanını yarın ki mesai durumunu göz önünde bulundurarak yastık ile aramda sürdürmeye karar verdim. darılmaca gücenmece yok! pazar gecesini pazartesiye bağlayan kişi ben değilim ki bu konuda dünya halkları birleşip bir itirazda bulunmalıyız pazardan sonra gelecek günü tayin etme yetkisinin elimizden kim almışsa tepesine binmeli. şiddet yanlısı değilim tamam ama ikna olmadığı takdirde ... pazardan sonraya yakışacak olan en güzel günün cumartesi olduğunu iddia ediyorum ve oylamanıza sunuyorum saygıdeğer dünya halkları ve tabi herkes bilirki cumartesiden sonrasına yakışacak en güzel gün de pazardır!

Cuma, Eylül 15, 2006

yerdeniz/ atuan mezarları


ged'in ağzından:

" 'ejderhaların konuşmayı kabul ettiği kişi' dedi adam, bir ejderha efendisidir; en azından meselenin esası bu. birçok insanın sandığı gibi bu, ejderhalara hükmetme ustalığı değildir. ejderhalara kimse hükmedemez. konu bir ejderha olursa akla gelen soru da hep aynıdır: seninle konuşacak mı yoksa seni yiyecek mi? eğer yiyeceğine değil de konuşacağına güvenebilirsen, işte o zaman bir ejderha efendisi olursun.' "

ursula k. leguin

Pazartesi, Eylül 04, 2006

dün dünse yarın da yarınsa bugün nedir?


günün ikinci sigarası, dünün kaçıncı bilmiyorum...
saat eylül'ü dört geçiyor...
şimdi ve buradayla ilgili tek düşündüğüm işte bunlar.
kesin özlü sözler söyleyen bir antik dönem bilgesiydi; geçmişle ilgilenenleri ahmaklıkla suçlamış şimdi ve gelecekle meşgul olanlara ise övgü dolu bi kaç laf etmişti.
fakat merakım, geçmiş ve gelecekle meşgul olanlar ile ilgili. peki bunların hali nice olacak, hem ahmak hemde zeki kriterlerinden puan alan bu arkadaşların artistik puanları nedir?
ben bol gönüllü davranılmasından yanayım 9.99 filan mesela?

o zamanın içerisindeyken sadece olması gereken oluyormuş gibidir de üzerinden bir gün geçmeyiversin böyle tılsımlı büyülü bir şeye dönüşür yaşanan. üzüntü vericiyse belki tılsımlı bi üzüntü çocukluktan kalma, mutluluk vericiyse şimdide asla yakalanmayan bi mutluluk. zaman eklendiği yaşantıyı olduğundan fazla bir hale getiriyor gibi, belki eksilterek hatırladığımızdan hep ya da eklediğimizden eksik kalmasın diye.
zaman algılarımla oynuyorsun!
peki olmamış olanı kurgulamaya harcadığımız zamana ne demeli, henüz zamanın eli değmemiş olan "olacak". hep daha korkutucu, daha heyecan verici daha bişe o "olacak"... tassavurlarımız hep olandan daha fazlasına doğru. herhangi birşey olduğundaysa olması gerekenden daha başka bir şey olmuyordur zira şimdiyle ilişkimiz ya henüz olmamışken yada geçmişte kalmışken kuruluyor. belki de buyüzden kurulmuyor.
eveet... bunca savunmadan sonra şimdiye sahip çıkamayan ahmakların bir üyesi olarak artistik puanımı bekliyorum.

Cuma, Eylül 01, 2006

okyanus ne kadar derindir?


okyanus ne kadar derindir?
cevap veriyorum, merak etmiyeceğim kadar derindir. zira tassavur sınırlarımın içinde olsa kesin merak ederdim ama değil.
hayır yamacına gitmiş boyumu aşmadan yüzmüş biri olarak söylüyorum bunları. insan okyanusta doya doya yüzemiyor arkadaşlar, şöyle bi açılayım karşıdaki kayaya sobe yapayım "ı ıhh" olmuyor bunlar hiç. hepimiz jaws'ı izlemiş 80 neferleri olarak iç huzurunu ancak "anaaam!! bişe geldi" deyip kaçabileceğimiz noktalarda bulduk.
hele ki kendisini plajlarda sumo güreşcisi olarak tanıtmamız için çeşitli pozlar veren arkadaşımız sertaç'ın ( evet sertaç'cım seni şöyle alalım) "şşş açılmayıın!" "şşş kime dioruum" tarzı uyarı ve öğütleri, anamızdan babamızdan uzakta gurbet ellerde olduğumuzu bize zerre hissettirmedi sağolsun.
ben ki akdenizin açıklarında bile denizin karaltısına bakıp aşşağıda kimbilir neler vardır "allam haaayır allaam" die kabuslar görme yeteneğine sahip biriyken, düşünün artık açıkta motorla ilerlerken neler düşündüm. jules verne'in denizler altında yirmibin fersah'ına mı gitmedim, ordan arzın merkezi'nede ineyim bari mi demedim. dedim evet bunların hepsini yaptım.
ah kendimi bi toparlasam aslında çok aklı başında bi insanım ben. ama okyanusun derinliği neymiş ne değilmiş merak etmiyorum gogılcım. okyanus dediğin, benim ayaklarımı karadan en fazla 30 cm kesen okyanustur, bu da 1.90'a tekabül eder. bu kadar derinlikte bana fazlasıyla yeter, artar bile. gerisi de meraklılarına ...

Salı, Haziran 06, 2006

ger! - çek!

gerçekle başım dertte ne yapsam bilmiyorum.
tüm bu hayat dediğimiz yuvarlanışın içinde "gerçek"le giderek her geçen gün daha az barışık bir eğilim çiziyorum. her yıl biraz daha olgunlaşıp adam olmam gerekirken kendimi en sonunda beş yaşındaki halimle bulmaktan korkuyorum. bi terslik var bu işte.

geçenlerde klinik psikolog bir arkadaşım bi vakadan bahsediyordu:
trajik bir aile yaşantısı sonunda ki bu aile yaşantısı gazetelerin üçüncü sayfalarına yaraşır,
bir abla ve kardeş babalarının kendilerine layık gördüğü karanlık bir odada yaşarlar, abla obsesyonları nedeniyle işinden olmuştur. temizlik obsesyonunu su kullanımına izin vermeyen babası nedeniyle deterjanla doğrudan temas halinde gidermeye çalışır. giysilerini, ellerini doğrudan deterjana yatırır.

" derisi pul pul olmuş. üzerinden ağır bir detarjan kokusu geliyor ama temizliği çağrıştırmıyor bu koku, leş gibi bir deterjan kokusu..."

elektrikleri de kesiyormuş akşam baba, akşam olduğunda öylece oturuyorlarmış abla kardeş.
erkek kardeşte karanlığın içinde kendine bi dünya kurmuş, bir sevgilisi varmış orda, mutlu olacağı bi dünya için ne gerekiyorsa.

" gerçek olmadığını biliyor ama 'orda mutluyum' dedi" ,

" ' siz ne yapardınız, gerçek dediğiniz şeyle mutlu değilim, mutlu olmak değilmidir amacımız, orda kendimi normal hissediyorum. çöplük olmadığımı, yaşadığımı....' dedi"

bi sessizlik çöktü arkadaşımla aramıza, öyle baktık birbirimize .

Perşembe, Haziran 01, 2006

dünyayı kurtarmak isteyen miskin adamın şarkısı

bütün dünyayı kurtarmak istiyorum.
kurtaramamanın nedeni; tembelliğim ve miskinliğim olsa gerek diye düşünüyorum. silkiniyorum silkiniyorum miskinliğimden kurtulamıyorum.
dünya kurtulamıyor.
hergece suçluluk duygusundan ölüp sabaha diriliyorum.

Çarşamba, Mayıs 24, 2006

yaz geldi

yaz geldi. şimdilerde kendimi bir roman kahramanı gibi hissediyorum,
çok enteresan şeyler yaşadığımdan değil sümme haşa, zihnimde "kafasındaki garip düşünceleri umursamadan ayağa kalktı sanki biraz önce tüm bu garip şeyleri düşünen o değildi. gülümsedi. merhaba, dedi" gibi cümleler kuran bir üçüncü kişi oluştu.
giderek kalabalıklaşıyoruz bir yazarımız eksikti. "ilkokul öğretmenimin kemikleri sızlatıyorum heyhat!" diyerek kendi kendine güldü. bu kalabalıklaşma hadisesi hoşuna gitmiş gibiydi, hoşuna giden şeylerle dalgasını geçmeyi hep sevmişti. "alllam noluyooo yaaa" herşey giderek daha komik olmaya başlıyordu, hava sıcaklığının arttığı şu dakikalarda her şey bu binanın içinde dahi giderek komikleşmeye başlıyor diye düşündü. ne yapması gerekirdi bu çılgınlığı durdurmak için? insan zihnine bir üçüncü kişi yerleşirse bu üçüncü kişiden nezaketle gitmesi istenebilir miydi? peki birisinden gitmesini istemek, nezaket bunun neresinde olabilir, belki sizli biz li bir ifade biçimi. ama ya itiraz ederse ya gitmek istemezse o zaman bu duruma alışmaya başlamalıydı.
aslında zaten üç kişi olmak iki kişi olmaktan daha iyi olabilir ne zamandır senli benli oldukları diğeriyle oldukça can sıkıcı diyaloglar kurmaya başlamıştı şimdi bu üçüncü kendisini önemli biri gibi hissetmesini sağlıyordu. bahsedilen biri gibi, bahsedilmeye değer. evet bu halden hoşlanmıştı diğeri ne diyecekti bu duruma biraz endişeliydi. "sıcaktan olmalı tüm bunlar" diye düşündü akıllıca daha akıllıca düşünmeye zorluyordu kendini ama elinde değil üçüncü kişi tüm bu yaşantıları bir anlatıya çevirmekte ısrar ediyordu. bir zebani gibi tüm hayatını çalıp bir anlatıya çevirecekti. yaşanmamış anlatılmış "hayır, hayır! elbette böyle değil" dedi biraz rahatladı. koridordan bir parfüm kokusu geldi odaya, davet edilmemiş bir parfüm kokusu.. çicek kokularını ezelden beri sevmezdi. ağır, kadın kadın kokardı çicek kokulu parfümler belki bazı çicekler bu grubun içine girmemeli diye düşündü. giderek bu üçüncü kişiye alıştığını farketti kendinden böyle bahsedilmesi hoşuna gitmeye başlamıştı belki soğuk bişiler içmekten hoşlanırdı üçüncü kişi?

Cuma, Mayıs 19, 2006

havadan gelen suya gider

Çocukların meraba güle güle gibi başlangıç ve sonları rahatlatan sosyalleşme kelimelerine uzak olduklarını farketmişmiydiniz hiç? Öyle bişiler söyleyip sonra çekip gidebilirsiniz. Bugün mahallenin çocuklarıyla kediler köpekler vesaireler üzerine kısa yollu bir sohbete girmiş bulundum sonra artık gitme vaktim geldi dedi içimden bi ses fakat gitme vaktimi bu çocuklara nasıl bildireceğimi bilemedim.

"ee... öö... hadi görüşürüz çocuklaaaar!"
"............................" ( oralı bile değil fındık fareleri)

haa bu arada unutmadan laiklik elden gidiyor.
pencereden bağırıyor chp laik bla bla türk cumhuriyeti diye.. ne zaman kan kokusuna üşüşen köpek balığına döndüler başlangıçları hatırlamakta hep zorluk çekiyorum.

herhangi bir şeye uzun uzun bakınca sanırım uzay-mekanla olan bağı koptuğundan acaip bişiye dönüşüyor. mesela eller, uzun uzun bakınca ne manasız ne saçma ...beşe ayrılmış bir incir yaprağı gibi ki yine bir ara ayaklarıma bakıp marslı olduklarını düşündüğüm olmuştu.
herhangi bir nesneyle yakınlaştıkça - miyopik bir bakış açısı diyebilirmiyiz, evet öyle bir şey - yakını yakından göremiyoruz işte, uzaklaşmak lazım.
yakın uzaktan daha iyi görünür desem, bi biskrem versen.

Cuma, Mayıs 12, 2006

call me ishmael


"İshmael deyin bana. Bir kaç yıl önce - kaç yıl önce olduğu önemli değil - paramın azaldığı ya da hiç kalmadığı bir sırada, karada da beni ayrıca bağlayan hiçbir şey olmadığı için, biraz engine açılayım, bu dünyanın denizlerini şöyle bir göreyim dedim. Ben böyleyimdir; böyle bulurum sıkıntıdan kurtulmanın, uyuşan kanıma hız vermenin yolunu. baktım ki ağzımın tadı kaçmış, buruklaşmışım; baktım ki içime o soğuk kasım yağmurları çiseliyor, baktım ki durup dururken tabutçu dükkanlarının önüne dikilip kalıyorum ya da karşıma çıkan her cenaze alayının peşine takılıyorum; baktım ki içimi saran kasveti önleyemiyorum, o kadar ki, beni bazı ahlak ilkeleri durdurmasa, mahsus sokağa çıkarak, onun bunun şapkasını, bile bile başlarından kapıp yere atacağım - işte o zaman bir an önce denize açılmanın zamanı geldi derim kendi kendime. Tabancam, kurşunum budur benim. Cato, filozofça bir gösterişle kılıcının üstüne atar kendini. Bense sessiz sedasız bir gemiye binerim."

H. melville

Çarşamba, Mayıs 10, 2006

fantastik

İbrahim cevahir,
Bugün televizyonda kendisiyle tanışmış oldum bana daha çok fantastik bir karakter ismi gibi geliyordu meğer bir soyadıymış ancak memleket coğrafyasına yakışır bir fantastikliği de taşımıyor değil amca. Öncelikle sorulan soruları "neaa...! neaa...!" bile diyemeyen bir huzur evi yerleşimciymişcesine bertaraf ediişi var ki, deyme süpermen halt etmiş.
Efenim kendisi ne garip ki bir sosyal demokratmış, kalaycılıktan allahın yardımıyla işadamlığına kadar gelmiş. İlginç işte.
"Nasıl oldu cevahir bey bu yolculuk kalaycılıktan ...?"
"İnançla... allaha inanmakla ..."
Yüce allah bizim aileden esirgemiş yardımlarını, heralde diyorum benim gibi bir evlat doğuracaklarını elbette bildiğinden, yoksa kendi halinde inançlı insanlar bizimkiler de. Al sana bir suçluluk duygusu nedeni daha.
Devam edelim sosyal demokratmış cevahir amca CHP deymiş Atatürk'ten İnönü'ye olan aşkını şöyle bir anlattıktan sonra sosyal demokrat olduğunu tekrar tekrar anlatıyor. İşçinin, emekçinin son olarak da yetimin yanındaymış elbette tüyleri bitmiş ve bitmemiş olanları birbirinden ayırmış olduğunu düşünmüyoruz. Ancak nasıl olduysa sonra yolu ANAP'a düşmüş, Mesutcum çok ısrar etti diyor, ancak tabi ANAP’ın sosyal demokrat kanadını oluşturuyormuş sonraaa... her nasılsa AKP’ye düşmüş en son yolu şimdi de AKP’nin sosyal demokrat kanadını oluşturuyormuş. Voltranın kanat takımından cevahir amca, yolu hernereye düşse orda bir sosyal demokrat kanat oluşturuyor. Hatta hızını alamayıp Özal’ın da icraatları itibatiyle sosyal demokrat olduğunu söyleyiveriyor.
Şöyle bir düşündüm:
İyi bir politikacı- iş adamı- özet olarak, para babası olmak az kelam etmekten geçer, sorulan sorulara cevap vermemekten elma ile armutu toplamaktan geçer.

Salı, Mayıs 09, 2006

dia log


insan kendi kendine süper kahraman olur mu?
nerden baksan bu hayatın bir süper kahramana ihtiyacı var,
nükleik ortamlara maruz kalmış bir fil, süper fil
" o selpakta çalışıyo ama"
" doğru dedin, çok para ister o"
" hem süper kahraman bi fil evde su bırakmaz. bi daha düşünmeli"
" doğru, daha makul bi nükleik ortam mağduru bulmalı"
" hımm..."
" bütçeyi sarsmayacak kahramanlıklar olsun, belimizi doğrultucak kadar"
" elimizde bi sisyphos var"

Pazartesi, Mayıs 08, 2006

mukavvv a.


zaman zaman beynimin mukavvaya dönüştüğünden şüpheleniyordum sevgili çakıl ,tam kırk kere şüphelendim ve işte gerçek oldu,bu da dokudan bir kesit... yine de çok umutsuz değilim,oluklu mukavvanın geri dönüşümü var bildiğim kadarıyla; sadece ne kadar geri onu bilemiyorum..

six feet under

bazen, ama herzaman değil, belki de iyiki herzaman değil,
şimdi olduğum ruh hali içinde tarif etmeyi pek beceremiyeceğim bir şekilde kapılar açık kalıpta cereyan yaptığından çarpılırsınız.
iki kere iki gibi, beş kere yedi yada tam tersi
dünya babalarına benzememeye çalışan çocukların babalarına benzemesiyle
annelerine benzememeye çalışan kızların
açık kapılarının cereyanında salınarak eni sonu annelerine benzemesiyle dönüyor.
-pıst! barmen bana bi kadeh şarap, kırmızı olsun. adetim değil barda şarap içmek ama mademki adetleri bozmak istiyoruz. dünya dönerken bir kaç saniye durdu bu gece. ki anlayalım niye dönüyormuş.

üç beş yaşlarında bir çocuk adını şimdi hatırlamıyorum, tombulca herkesin yanaklarını sıkıştırmak isteyeceği gürbüz bir çocuktu. kendi etrafında dönmeden önce:
"herkes bi yerlere tutunsun!" diye bağırdı.
sonra kendi etrafında dönmeye başladı bizim tutunmamıza gerek yoktu oysa düşecek olan kendisiydi. sanırım o da babasına benzemiştir, artık sadece kendi gözleriyle görmüyordur dünyayı.

Pazar, Mayıs 07, 2006

bir bilmecem var çocuklar...

az söz söyleyerek uzun yolcuklara vesile lpg'li taxi, bilin bakalım ne?

" bir koru rüzgarlandı gögüs boşluğumuzda sanki "

Cumartesi, Mayıs 06, 2006

mutsuzluktan mutluluk öğrenilir mi?

anneler ve babalar kendi mutsuzluklarının faturasını sizin hayatınızda ödemeye çalışırlar.
bir çocuk annenin bedeninden kopup baba ocağına düştüğündeki ilk ağlamasıyla bir saha oluşturur, artık nasıl mutlu olunacağını kendi mutsuzluğunda öğrenen anne baba için.
soruyu sorup cevap vermeden gidiyorum: mutsuzluktan mutluluk öğrenilir mi?

Pazartesi, Mayıs 01, 2006

hayat tekrarları sever


1.50 boylarında küçücük bi kadın girdi içeri. çekingen adımlarla. ne kadar güvensiz bakıyor bana. kırılgan bi sesi var. küçücük bi kadın sesi de küçük.
"buyrun şöyle oturabilirsiniz"
kızı yanlış düşünmüş, aslında çok istemiş onun doğmasını hatta doktora gitmiş günlerce çok seviyormuş kızını. bir tek flörte karşıymış. yalan söylemiş kızı çok üzülmüş. ablası istedi diye doğduğunu düşünmüş kızı oysa çok yanlışmış, isteyerek doğurmuş cansu'yu.
"ablası BAL'da okudu, ders yönünden hiç şikayetimiz olmadı".
ablası daha akıllı. annesinin ablasını daha çok sevdiğini düşünmüş cansu.
"cansunun uydurmaları işte" onaylasam ah bi onaylasam onu uydurmuş işte desek.
o kadar özenli ki kelimeleri seçerken, çok güvensiz. alışık değil, bir yabancıyla böylesine konuşmaya. iyi bir intiba da bırakmak istiyor belli ki. ama işte girdiği ilk andan kızının adını andığından beri saydam gözleri. bir su perdesi var gözlerinde onun ardından konuşuyor. acaba yaşlılıktan mı böyle gözleri. ne kadar güvensiz. akvaryum gibi gözleri kapalı ve sulu. gözleri de sesine benziyor.
"ben 1953 doğumluyum, bizim zamanımızda ...." annemden daha yaşlı, annemin de gözleri böyle akvaryum olur bazı bazı.
"seni doğuracağıma taş doğursaydım." yorulmuş belli, ondan belki çıkmış ağzından bu sözler.
ben pek konuşmam diyor, küsermiş kırılınca konuşmazmış. bu aralar daha çok sinirlerini kontrol edememeye başlamış.
"küserim ben genelde" gülümsüyor bana.
"sabah kalkıp onlara kahvaltı hazırlamam" yine akvaryum oldu işte gözleri. küsünce kahvaltı hazırlamıyor.
ablası varmış, dersleri hep çok iyiymiş ablasının. ablası "Fen Lisesinde ingilizce öğretmeni". "babannem en çok ablamı severdi" gezmeye götürürmüş babannesi ablasını
"uzun süre gelmezlerdi"
ablası demişki " daha önce hiç söylememiştin" gülümsedi.
"pek söylemiyorum işte"
" ama hala kırgınsınız..." şimdi akvaryum taşıcak
" kırgın... değilim...üzgünüm..." bir şey arıyor odada, kurtarsın onu bu akvaryum taşmasın.
"babannemi çok severdim." gülümsüyoruz.
evet severdi, onaylıyorum onu içimden. babannenizi severdiniz. cansu annesini severdi.
" ben vaktinizi aldım........" gidiyor.
bir yabancının önünde ağlayamaz. gitmeli kapıya doğru ne kadarda küçük bir kadın. kalçaları genişlemiş, gençken güzelmiş belli. alımlı bir yüzü var. arkasını döndü şimdi kapıdan titrek adımlarıyla kayboldu.

hayat tekrarları sever!

Cuma, Nisan 28, 2006

aşk tesadüfleri sever

aşk'ın beyanatı: "sevmezmiyim beaa! sevmezmiyim uleeen! yirim!"

dinledim albümü sonunda. hiç bi albüme vermediğim bi kıymetle sözlere tek tek bakarak "kim yazmış bunun sözünü","bu hangi parçaydı yau.." derken "anaa! bu temple of the king mi? aa!" dierek dierek sek sek sekerek dinledim. nitekim sevdim baştan sona. duygusal olarak müslüm gürses'e yatkınlığım zaten malum.

diyorum ki böyle farklı olanın biraradalığı neredeyse muhteşem birşey. mesela klasik müzikle jazz'ın birlikteliği, sonraaa.. arabeskle rock'ın, etnik olanla modernin, doğu ile batının, kuzey ile güneyin... uyumsuzluğun uyumu denilebilir mi acaba buna. aslında ben dedim bile. takım elbise altına spor ayakkabı giymek gibi bir uyum benim dediğim yeşille kırmızı gibi. yau çok güzel işte.

Çarşamba, Nisan 26, 2006

içlibo

küçükken babamın ota boka gözlerinin sulanmasına bir anlam veremezdim. iyice yaşlandı bu adam derdim. bok yemişim ben. meğer neler geçiyormuş aklından adamın...ah ulan ahhhh....

tatlıses olmayan ibo esenlikler diler.

Perşembe, Nisan 20, 2006

havadan sudan

yağamayan yağmurun iç sıkıntısı var bugün havada.
ne çok şey düşündüm yazarım çizerim diye gel gör ki yine unuttum. bi unutmasaydım ben bu otobüs duraklarında, minibüslerde düşündüklerimi bugün burada sizlere değil dünya edebiyat takipçilerine yazıyor olurdum ulan. kayacım brüüst dediğini duyar gibiyim, ama duymamazlıktan geliyorum.
ne ise müslüm gürses albüm yapmış ya, dün bir kaç yerde rastgeldim müslüm abimize. alsancakta, konakta "noluyo yau müslüm baba" dedim "birini mi arıyorsun"? "arayan" dedi "mevlasınıda bulur belasını da." ve imalı imalı baktı ne demek istediği hakkında hala düşünüyorum. lan yoksaa!
demem o ki, benim bu adamı sevmeye başlamamın tarihini ubik iyi bilir, mersin'de bi gece vakti uyanıp televizyonu açtığımda trt 1'de bir konserini izlemiştim öyle takıldım, giderek keyif aldım. en son konseri izleyenlerle beraber bis için alkış tutuyordum. sonra dolapta bir iki miller vardı onlarla beraber the cure dinlemeye devam ettim watching me fall derken robert (enseye tokatız) "aha!" dedim "işte bu!". müslüm ile the cure arasındaki ilişki gün gibi meydandaydı ikiside canımı yakıyor ama yakmıyormuş gibi yapıyordu. devasını arayan belasını bulur gibiydi ikiside ama emin değilim bu cümleden belki biraz daha düşünülmeli. "hah!" işte o zaman hatırlar mısınız ubikcim sizinle bu görüşlerimi paylaşmıştım. o gün ne içtim be arkadaş, bir başıma mersinin hamam böceği imalatı yapan nemli sıcağında. hahaha dediğinizi duyar gibiyim içtim olm 3 tane filan alla alla!
bugünlerde tekrar tekrar karşılaşıyorum işte müslüm gürses'le "neden seviyom lan ben bu adam" diyorum. öyle doğrudan ki bu adam, sanki silahsız gibi. mesela ibo'yu düşünün (sana demiyom tatlıses olanına) adam bütün cahilliğini, kabalığını, bilmezliğini siper almiş kendine bundan utanmıyor ve silah gibi taşıyor üstünde. daha da bi abartılı konuşuyor daha kaba oluyor. ama müslüm baba öyle mi ya, değil. adamın üstünde bi utangaçlık var yanlış yapmaktan korkar bi hal, her lafının sonunda etrafına bir bakıyor onay istiyor tamam baba yanlış söylemedin desinler istiyor o bakış. şimdi aynı sahnede ibo ile murathan mungan'ı bi daha düşünün tüm cahilliğiyle sidik yarıştıracaktır ibo. urfada oxford vardı da diyecektir, oxford olmamasına üzüldüğünden değil kendi varoluşuna en ufak bir eleştiri kabul etmediğinden.
"efendime söyleyeyim" diye başlıyor "deymi yau" die bitiyor sözünü müslüm baba. utangaçlığı, söz söylemeyi bilmezliğini devşirmeden doğrudan yaşıyor.
bir müslüm baba gülüşüyle bitirmek isterim bugünkü havadan sudan raporumu, ama yazı dilinde bi efekt yapamadım ben bu gülüşe bi el atın.

Pazartesi, Nisan 10, 2006

kurabiyeler ve ısrarcı canavarlara dairdir...

Kurabiye canavarını hala daha sevmemin nedeni asla kurabiyeler değil kurabiyelere olan tutkusu. İsterseniz hemen kurabiye canavarının hayatından bir örnekle açıklayalım:
Kurabiye canavarının yolu bir gün yanlışlıkla kütüphaneye düşer, kütüphane görevlisine döner ve “e ben bir kurabiye bir bardak da süt istiyorum” şaşkın görevli bu tüylü ve garip yaratığa bakarak didaktik ve küçümser bir tonla şöyle der, “burası bir kütüphane burada yalnızca kitaplar bulunur” bu sefer şaşırma sırası kurabiye canavarında “ hımm.. e.. o zaman bana bir bardak ılık süt ve bir kurabiye” giderek sinirlenmeye başlayan görevli “burada kurabiye bulunmaz, asla asla kurabiye yok sadece kitaplar var!” der, kurabiye canavarı etrafına şöyle bir bakar ve bu sefer sakinliğini hiç bozmadan “ ee.. öyleyse bana bir kurabiye bir bardakta süt” …. çocukların dünyasına ait bu hikayede vermeyenin iki yüzü karalarından olan görevlinin sonu yetişkin didaktik haliyle çıldırmaktır.
İşte böyle olmalı insan hayat karşısında ne istediğini bilmeli. Görevliler ne derse desin,
“ o zaman bana bir bardak ılık süt veee başka bir dünya lütfen”
“…?!”
“peki öyleyse bir bardak süt ve başka türlü bir şey istiyorum ben”
nerde olduğuna bakmaksızın bilmeli ne istediğini, ısrar etmeli vermeyenlerin ikiyüzlülüğünü çıkarmalı ortaya.
Hayat ısrar ettikçe var!

Perşembe, Nisan 06, 2006

kaybolan eşeği bulduran hutbe

4.3.2006 tarihinden önce tezli/tezsiz lisansüstü öğrenime (tezli olanlar bakımından tez dönemi dâhil) devam eden öğretmenleri kapsamak kaydıyla;
a) Zorunlu çalışma yükümlülüğü öngörülen illerde görevli iken, öğrenim durumu özründen 1 inci Hizmet Bölgesi illerine görev yerleri değiştirilenlerin,
b) 4.3.2006 tarihinden önce, yer değiştirme dönemlerinde, lisansüstü öğrenim yapmaları nedeniyle zorunlu çalışma yükümlülükleri ertelenenlerin,
c) 1 inci Hizmet Bölgesi İllerinde 3 yıllık çalışma süresini doldurmaları nedeniyle 2006 yer değiştirme döneminde zorunlu çalışma yükümlülüğüne tabi tutulacaklardan (D ve E sınıfı ilçelerde görev yapanlar hariç)halen lisansüstü eğitime devam edenlerin,
zorunlu çalışma yükümlülükleri yüksek lisans veya doktora öğrenimlerini tamamlayıncaya kadar ertelenecektir.

şu bir paragrafcık yazı bir ay öncesinde başımdan aşşağı dökülen kaynarsulara buz kompresi yapmış bir edebi şahaserdir. bakın siz o a, b, c, d lere bu ne biçim duyarlılığı, bu ne özü kendinde saklılık. tarihin en nadide kurtuluş ve zaferini müjdeleyen bu zat-ı şahane .... ay daha fazla konuşamiciğim yirim ben bu yazıyı.

hey gidi gençlik

sene bindokuzyüzyetmişiki... deli zamanlarımız...

özlüyorum bazen.

Salı, Nisan 04, 2006

miras 2

asya ile avrupa arasında köprü
üç yanı denizlerle çevrili bir karanın dört bir yanını kaplamış ahmak sürüsü
bir kaç darbe
bir tekme tokat
kırılıp yen içinde kalmış bir kaç kol
ezan sesine karışmış aldım verdim ben seni yendim
yer yer basılması gereken bir düğme
dört yanı çevirmiş düşman
okyanus ötesi bir dost postlu akbaba
binlerce kefensiz yatan
binlerce meçhule kıdem basan
bir bana dokunmayan yılan
yakılmış bir kaç köy
boğazı kesilmiş bir kaç türkü
bir dikkat bir hazırol bi dolu saygı duruşu
bir dil, bir ayak sesi
bir cahil cesareti
...............

atalarınızdan size kalmıştır, teslim için imza:....................

Pazartesi, Nisan 03, 2006

miras

bir kaç yalancı bahar sokağı
orda bir yerde olduğuna emin olamadığımız bir köy
kavgalı gürültülü mevsim sonları belkide başları
çelik bir kadın bileği
önce bahar yelli sonra eğik bir erkek başı
kıyılarını döven bir deniz
denize dökülen bir kara
güneşi sıvayan bir balçık
bataklık yanı bir klübe
son olarak becerilememiş bir hayat.

teslim için imza:...............................

Cumartesi, Nisan 01, 2006

açık lama


ey çakıltaşı
sanıyormusun ki rahat verilecek sana bir asfalt kenarında
gün yüzü gösterilecek
koskoca devlerin parçalarından arta kalan sen sanıyormusun ki bu huzurlu huzursuz konaklamanda
bir tekmeyle
bir kazayla
bir sokak köpeği sidiğiyle karşılaşmayasın
tembeliğinin dibinde başka bir parçalanmayı bekleyesin
hayır!

Çakıltaşlarına Gün Yüzü Göstermeyen Dünyanın Hali Derneği'nin 2006 bahar açıklamasından alıntıdır.

Cuma, Mart 31, 2006

bir kim beş ne?

bütün sokaklarım kime, neye, nasıl, niçin doğru ?!!

Çarşamba, Mart 29, 2006

süngerlere dairdir...

"iki kere intihar fikri. ikincisinde, hala denize bakarken, şakaklarımda ürkütücü bir yanık hissi. insanın kendini nasıl öldürdüğünü şimdi anlıyorum. yine sohbet, laf çok ama söylenen az. karanlıkta yukarı güverteye tırmanıyor, çalışmamla ilgili bazı kararlar verdikten sonra günü deniz, ay ve yıldızların karşısında bitiriyorum. su yüzeyi hafiften ışıltılı ama derindeki karanlığı hissediyorsunuz. işte deniz bu ve ben bunun için denizi seviyorum! yaşama çağrı, ölüme davetiye."
a. camus

zor becerir insan hem sahici, hem dalgacı hem de dokunaklı olmayı. doğrumudur bilmem ama camus'da en az bir jules verne, bir kaç çizgi roman ve -işte bundan hiç emin değilim- kemalettin tuğcu okumuştur diyorum ben kendi kendime. seni bilmem camuscum ama bendeniz okudum, üçüne de bulaştım.
nerde çöpe atılmış bir bulaşık süngeri görsem içim parçalanır sen onca bulaşıkla cebelleş bulaş dur sana kalan birmilyoncuk bakteriyle bir çöpte sonlanıver. olacak iş mi. işte bana bulaşık süngerlerini düşündürten çizgi romanlardır, bulaşık süngerlerinin hayatına içlenmemi sağlayansa kesin kemalattin tuğcudur, jules verne napıyor peki o da çöpe eğilip bulaşık süngerini mıncıklamamı sağlıyor. peki sınavdan kaç alıyorum? otur sıfır!

güneş tutması


geceden "taş gibi yatayım kuş gibi kalkayım" diyerek uyumuş fakat taş gibi yatamadığımdan belki kuş gibi de kalkamamıştım. uyandığımda lüzumsuz bir sinir harbindeydim, savaşı kaybetmiyecektim hayır
"ordular ilk hedefinizzz ordunun dereleri..."
güneş tutar, tutulur ve tutturulur dostlarım. ben ve ordularım güneş diye tutturanlardanız.
"güneş girmeyen eve ordu girer"

sevgili dostlarım ve ordularım! ikinci sinir harbi karşı grupların mukavemetinin artması ve güneşin tutukluk göstermesi nedeniyle belirsiz bir tarihe ertelenmiştir. o gün geldiğinde harbimize kaldığımız yerden devam edeceğiz, ordunun derelerinden. ve inanıyorum ki bizler bu ordunun derelerini ve bilmem nerelerini yukarı akıtacağız.
dostlarım güneşin ihsanı üzerinize olsun.

Salı, Mart 28, 2006

dostum dostsun tost

dost dost diye nice yiğitleri hazmetmişliğim var ki ondan yazıyorum. sodanın içine bol limon sıkıp içmeyi deneyin. aksi halde fena gaz yapıyor bu dost milleti. çek ordan bana az yağlı bir dost...

afiyet olsun...

yedik onu biz..

yani ey cemaat; dostunu yeme temayülü içindeki bir zihinle arkadaşlık seyrinde iseniz, gün gelip de "hoca nooldu, burcu nerde?" diyen bir di-ger arkadaşınızın "yedik onu biss.. güzel de kitaplar okumuş geçende walla, iyi geldi ohh! " şeklinde bir yanıtla karşılaşması caiz midir? her kim ki dostunu arkadaşını yemeye kalkışır ki o kişi bizden değildir. ayıptır günahtır..

dostumu yedim, bekliyorum.

zannediyorsunuz ki geyik yapıyorum. hayır efendiler, HAYIR! bilmezmisiniz ki ademoğlu dostlarıyla beslenir dostlarıyla doyar, dostlarını içer, dostlarını kusar. ve şanslı olanlar dostlarıyla bekler.

Pazartesi, Mart 27, 2006

kendi aranda konuşma!

kendi aramda konuşma eğilimi mi ilk gören ilkokul öğretmenim olmalı
ama bunu destekleme yanlısı değildi ne vakit kendi kendimle koyulmuşuz sohbete hem asla tahmin edemeyeceğim bir sağdan ya da yine tahmin edilmez bir soldan ve tahmin edersiniz ki illaki tahmin edilmez olacak olan başka bir yerden yükselir bir ses "ken-di-a-ran-da ko-nuş-ma!" bu cümledeki japon aksanını o zamanlar farketmemiştim. bu ses duyulur duyulmaz haç görmüş vampir gibiyim kendi kendime.