Çarşamba, Aralık 24, 2008
bazı gerçeklerin açıklığa kavuşumu
bu blog aleminin samimiyet kisvesi altında (bu kisve kelimesi tüylerimi diken diken ediyo benim, birine böle kötü bişi söylemek istenildiğinde ama yani küfür olmayan da böyle küfür etkisi yaratabilecek bişi yüksek sesle KİSVEE! denebilir. ben bi denemeyi düşünüyorum otobüs şöförlerine karşı: "o sizin kendi KİSVENİZ bi kere!" yeni kullanım alanları da düşünebiliriz ancak etkili bi kelime hakkettiği yeri bulmalı bence) aslında ne kadar samimiyetsiz bir oluşum olduğunu kanıtlamak istedim.
az kaldı 2009'a rakamlarını toplayınca 11 yapıyo birlen biri de toplayınca 2 yapıyo. bu konu da dikkate değer gibi duruyo. İKİ!
Çarşamba, Ekim 08, 2008
parağparaağparaaağ
eşten dostan duyuyoruz hep birileri (hep bir arkadaşın arkadaşı) bu blogculuk olayından köşeyi dönmese bile para kazanıyormuş işte, akmasa damlardan öte bi beklentimiz yok zira. benim şans oyunlarıyla kurduğum ilişki bile trilyonları devirmekten ziyade "bari 10 milyon çıksa be, çıksa ya noluur ya, çıksın yaa" gibi bi yaklaşımdan öteye geçemiyor. sonra çıkmayınca sinirleniyorum "aza kani olduğum halde çıkmıyor ulan!" die... bacak bey iyi ifade buyurmuştu tutturamayanlar die. parayla ilişkimin hep şöyle olmasını istemişimdir yolda yürürken bulmak gibi, öyle üstüne fazla düşünmeden yormadan kendiliğinden önüne çıkıverircesine...
Pazartesi, Eylül 22, 2008
var böle şeyler
annedir mesela bir tek kendi çocuğuna şefkat gösterir, bir onu sever, evlidir bi tek kocasını sever ( eheh bu olmadı galiba ) yani kendi ailesinden öte dünya yanmış bitmiş umuru olmayan tipler vardır ya onlara uyuz oluyorum ben. yani böle global diyebileceğimiz duygu kavram ve oluşumları bir tek kendi anası babası kocası ve çocuğu için isteyen onu dert eden tipler. anlatabildim mi bilemiyorum... bana en çok bunlar zarar verirmiş gibi gelir dünyaya, gidişata... kapitalizmin zafer bayrakları gibi ortalıkta dolanırlar, ahlaklı desen ahlaklıdır kime sadece kendi ailesine, fedakar desen fedakardır kime kendi ailesine böle gider işte bu tüm erdemler çekirdek ailesi için geçer payedir ... neyse var böle insanlar hem çokturlarda ...
Cuma, Eylül 12, 2008
iki nokta yanyana
bi süredir yazmam lazım, belli başlıklar altında toplanmaya başladı kelimeler ama işte yazmak bu değil kelimleri toplamak değil, gerektiğinde yaymak, sermek, örtmek gerekirse açmak. işte henüz o aşamaya ulaşamadım yada -dık kendimden biz diye bahsetmek daha doğru olucak gibi, hayli kalabalığız bu ara.
hayat bir hediye olarak tarif edilir çoğu zaman,
anne ve babanın çocuğuna armağanı
ama her hediye hediyeyi verene benzer
hediye edilenden çok
hayatla beraber ölümü de armağan eder anne baba
kendi ölümü gibi bir ölümü ..
peki ya sevmek,
bir insanı sevmekle başlar her şey böyle bir söz vardı bir yerlerde edilmiş sonra kartpostallarda orda burda karşımıza çıkmış
peki ya sevmek,
değiştirir mi her şeyi sana hediye edileni alıp da başka bir şey yapar mı ölümü ve malzemeden çalınmış depreme dayanıksız hayatını adam eder mi?
nasıl tanımlamalı ki sevmeyi, heyecanlarla mı?
hazla mı?
uzun süreli yer yer bulutlu sakin bir seyirle mi?
belki bir karardır, seni seçtim pikaçu gibi
rastlantı değildir belki
planlanmış ve tercih edilmiştir belki
spontane değildir belki
her zamanaki gibidir belki
mutlu olmak istemektir belki
belki bi mağazaya gidip bir cetvel, bir pergel, bir de fiş istiyorum gibidir, akıllıcadır belki
sevmek hediye edileni değiştirir mi?
ancak sana hediye edilen kadar mıdır yoksa
kader anne ve babandan sana bulaşan bir hastalıktan başka bişi değildir belki..
Cuma, Haziran 06, 2008
teekkül, tevekkül, sigara yasağı, kiraz mevsimi ve hörbırt
bi gün bişi yazarsam herbert adında bi kahramanım olsun, hörbırt die okunacak. içli bi tınısı var bence, içli ve gerektiğinde de komik olabilecek bir tını. komik olan şeylerin aynı zamanda içli olmadığı bi dünya da yaşasaydık işlerin daha doğru düzgün gideceğine kalıbımı basarım. doğru ve düzgün derken doğru ve düzden bahsediyorum.
dün "gökten ne yağarsa kabuldür" cümlesinin güven ve güvensizlik arasında bıraktığı dürtüklemeyle, insanların her gece yapmaya alışkın olduğu biçimde yastıkla olağan münasebetimizin ardından tesadüf mü yoksa tevakkuf mudur bilinmez bugün yağmur gökten aşağıdakilerin kabulünün de cesaretiyle şöle bi ıslatıverdi günümüzü. izmir'in henüz bitmemiş mayıs ayı kiraz mevsimine doğru koşar adım ...
tevekkül: "bulmak ile kaybetmek arasındaki kalbin sukuneti"
tevekkül meselesinin sorunu gökten gelene itiraz etmeksizin kabul etmek de değil de şemsiye bulundurup bulundurmayacağımızla ilgili.
teekkül: "sal bayıra mevlam kayıra" die özetlenebilir.
ikisi arasındaki farkı kesinleştirmek hiç de mümkün deil. bütün ayarları yaptım bundan sorası allaha emanet diyebilmek için nasıl ve ne zaman emin olabileceğiz elimizden geleni yaptığımıza?
"bundan sonra ne olacaksa olsun" dediğim vakitler (yukardakiyle mesafeli bi ilişkimiz var o yüzden kendisine deilse bile gidişata emanet ediyorum) elimden geleni yaptığıma kanaat getirdiğim değil artık sıkıldığım zamanlar olduğunu itiraf ediyorum.
"fffamaan ne olacaksa olsun" haliyle burda teveküll ile teekkül karışıyor birbirine. hiç mi uğraşılmamış nevet bi miktar uğraş var ama elinden gelenin hepsi mi işte o konu biraz muğlak, kişi zaten elinden gelenin sonuna geldiğinden mi sıkıntıya gark oluyorda ne olacaksa olsun diyor yoksa keyfine istinaden mi? bilemiyoruz kim biliyor bizim dışımızda herşeyi bildiğine emin olabileceğimiz biri onun da olup olmadığından biz emin olamıyoruz.
Perşembe, Mayıs 15, 2008
hayat zor değilse zorlaştır!
dün gece yastık ile battaniye arasındaki zihnim uyumaya meylederken şu cümleler geçti kafamdan 'içimdeki bulantı artık kendisinden başka bir şeye neden olmuyor'.
9-10 yaşlarında beni süper kahraman yapacağına inanıyordum, ergenlik döneminde diğerlerinden farklı, 20'li yaşların ortalarında mühim bi yaratıya hizmet edeceğine ... artık bu kibirden kurtulup bunun ömrümün sonuna kadar kendisinden başka bişi üretmeyen bir bulantı olduğunu kabul etmem gerekiyor sanırım. öyle gurur duyulacak bir tarafı da yok, pek çok dilde yazılmış bloglara şöle bir göz attığımızda, olmadı günlükleri şöle bi karıştırdığımızda varolmanın ağırlığı die tariflemenin de mümkün olduğu ( sartre zaten yapmıştı bunu) bu bulantının herkeste benzer bir yanılsamaya yol açtığı görülebilir.
önceleri bu bulantının ya da sebep olduğu yanılsamanın kendi kaynaklarımı verimli kullanamamış olmakla ilgili olduğunu düşünürdüm, bu yüzden çeşitli konularda pek de sebat göstermeyen girişimlerle, kendini gerçekleştirmek dedikleri sihirli ifadenin vücut bulması için tutkudan uzak geçiçi heyecanlarla üç noktayla son bulan girişimler, üstümdeki naletin kalması için uğraştım. konunun eylemden uzak zihinle ilgili olduğunu düşünüp gerçek olanın eylem olduğuna karar verdim. aslında antik dönemden bu yana felsefenin geçirdiği yolculuğu bir de ben kendi zihnimde sırasıyla geçirdim, fakat pragmatizmin de öyle pek pragmatik olmadığını farketmek güç olmadı, mistizme de yeterince sempatiyle baktıktan sora, rasyonellik vs vs derken en sonunda vardığım nokta benden adam olmaz noktası dışında ahım sahım bi sonuç doğurmadı.
Pazar, Nisan 13, 2008
saygısız!
bi kere "en azından saygı" die saçma sapan laflar tamamen kalksın, insanlar sanat eserlerine saygı filan duymasınlar beğensinler ya da beğenmesinler saygıyı dedelerimize, annanelerimize filan duyalım böle bişe olsun saygı. emeğe saygı durumuysa nası desem tamamen kalksın emeğe karşılığı neyse o verilsin saygı verilmesin. mesela işçinin emeğine para verilsin sanatçının emeğine boktan bişeyse hiç bişe verilmesin. banane uğraşmışın ama kötü olmuş nie tebrik etmem gerekiyor emeğini, şöle bi anlayış geliştirilsin en güzeli sanatçılar bize biz sanatçılara saygı filan duymayalım. kimse kimsenin emek meselesine burnunu sokmasın. ben bişiyi beğenmemişsem sanatçı beni iplemesin mesela, ne anlar bu desin. bende istediğim gibi ne kadar boktan olduğu konusunda konuşayım falan kavga edelim böle saç baş yolalım olmaz mı? insanlar böle kavgalarla filan meşgul olsunlar ama silah filan ffffffffff taam ya saçmalıyorum.
ama olur olmaz saygı göstermeyelim olmaz mı, bu konuda bi anlaşmaya varamaz mıyız? bütün yeteneksizlere "en azından saygı" die lüzumsuz bi kalkan vermeye lüzum var mı? sırf bu saygı ve emeğe olanı da var tabi bunun, sırf bu yüzden bir sürü vasat insan sanatçı, yazar mazar die geçiniyo ayıboluyo ama.
Cumartesi, Mart 22, 2008
şemsi'ye
elimde şemsiye ile, şemsiyeyinin sapını dik açı oluşturcak bi biçimde tutarak, yürürken şemsiyeyi ilk olarak icat edipte kullanan aklı evvel üzerine düşündüm. kendisi bi ingiliz aristokratı olan zat ilk defa londra sokaklarında kullanmaya başladığında şemsiyeyi "deli mi ne" diye herkes dönüp bakmış. ben de olsam aynı şeyi yapardım dedim kendi kendime, hatta elimde şemsiye ile yürürken dahi... böle dik açıyla şemsiyeyi tutup yürümek nerden baksanız komik bişe. işlevsel olduğunu gözardı edemeyiz elbette ama itiraf edin komik bişe işte.
bi de şemsiye kullanan insanlar ki bende onlardan biri olucaksam, dükkan altlarından yürümemeli, yürüme sahasının bu kısımlarını biraz düşünceli olup şemsiyesi olmayan yayalara bırakmak gerek. hem zaten bu dükkan altlarında şemsiyeliler için kaza olasılığı mekan darlığından artıyo ancak insan kolay kolay şemsiyesiz günlerde edindiği alışkanlıklardan kurtulamadığından dükkan altlarından yürüme davranışı alabildiğine düşüncesizce devam ediyo buna bi dur denmesi lazım!
bugün doğacak ingiliz ve türk kızları için uygun bi isim olabilirmiş gibi şemsiye/umbrella .
Çarşamba, Mart 19, 2008
yalancılar ve mumları hakkındadır
Şöyle kelebek formunda ağır ölçekli bir gözlüğüm olsaydı da hafif üstünden kaşlarımı kaldırıp en sevmediğim şey diyerek başlasaydım…
Küçükken çok yalan söylermişim, bir kaçını hatırlamıyor değilim, hayal gücünün geniş bir yer kapladığı aslında dünya üzerinde hiç bulunmamış olmamış şeyler üzerine yalanlardı bunlar daha çok. Bir diğer kısmı da bizimkilerle ilgiliydi. Anne-babası sorunlar yaşayan bir çocuk izlenimi vermek istemediğimden ya da işte bi şeyler diğer çocuklara göre yanlış olduğundan doğrusunu hayal etmek ve böyle aktarmak işime gelidiğinden diye düşünüyorum şimdi. Karşılaşsak şu ufaklıkla zamanda bir kırılma yaşansa da, öncelikle onun için üzüldüğümü söylerdim sanırım “üzgünüm çakil tüm olanlar ve olacaklar için” …
Her neyse öncelikle hayal gücümün bir eseri olan yalandan sonra nasıl vazgeçtim hatırlamıyorum ama hayatımı kolaylaştırmak için bile küçük yalanlar söyleyemez hale geldim bir çeşit inat belki… Şimdilerde geç kaldığımda müdüre mümkün olduğunca az kelime kullanarak ve kesinlikle inandırmaya çalışmayarak, aslında sizde biliyorsunuz işte sormayın bana bunu dercesine kaza varmış, sifon patladı gibi geç kalmamı mazur gösterecek şeyler söyleyebilir oldum. Bilirsiniz annelere tüm gerçekler anlatılmaz fakat yalan söylemek konusunda da prensip karar almış biri olarak, bunu ne zaman yaptım bilmiyorum, yalan söyleyemeyeceğimden söz konusu yumuşak karın noktalarından hiç bahsetmemeyi bir çeşit dürüstlük olarak yorumlamayı tercih ettim annemle ilişkimde de. Fena bir yol değil zaten bu karşılıklı bilip de bilmeme oyununu ikimizde iyi oynuyoruz.
Üniversitenin ilk yılında görme engelli bir çocukla tanışmıştım, yalan olduğu hiç şüphe götürmeyecek öyküleri öyle içtenlikle anlatıyordu ki bunlar için çok zaman harcadığı belliydi. Söz gelimi bir şekilde sokakta kaldığı bir gün, soğuktan korunmak için bir köpeğin karnını deşmesi ve böylelikle ısınması gerekmiş (London’ın Alaska’da altın arama hikayelerinden birinde geçiyordu böyle bir şey). Nezaketle öykülerini dinlediğini hatırlıyorum, nezaketin yanında bir çeşit üzüntüyle… Onun için yalan pratik bir fayda yaratmıyordu elbette, ya da hayatını kolaylaştırmaya neden olmuyordu muhtemelen bir şekilde okuduğu şeyleri zihninde kendi öyküsü haline getiriyordu, öyküler Henry Millerlaşmaya başlayınca tanışıklığımızın mesafelenmesinin de zamanı gelmişti.
Pek çok işe yarıyor yalan yeni bir dünya kurmana, yeni bir ben yaratmaya bir de sosyal esnaflık diyebileceğimiz faydaları var tabi, sosyal ticareti geliştiriyor diyebiliriz belki.
Sabah ilk işi alkol ihtiva eden bir sıvıya uzanmak olan ve çantasında her daim alkol bulunan bir arkadaşım tüm yeteneklerine rağmen ki bana hediye ettiği şiiri hala bir yerlerde durur, bir çeşit kadri bilinmemiş ya da kadrini bildirememiş Edip Canseverdir. Onun için yalan alkolizmini meşrulaştırmaya yarıyordu. Sevgilisinin intiharının ardından duyduğu suçluluk diyebilirdiniz alkolizmini açıklamak için, oysa anlatırken gözlerinin ve gözlerinizin dolmasına neden olan bu öykü hiçbir zaman gerçekleşmemişti. Ama bir acıya ihtiyacı vardı geçmişinde, bu halini makul kılacak, görmediği yerleri anlatırdı hiç gitmediği yerleri, İzmir’in dışına muhtemel bir iki kez o da biri kolundan çekerek götürdüğünden çıkmıştı. Hayatını kolaylaştırıyor muydu evet, hem kendisi hem başkaları için, sıradan biri olmaktan çıkıyordu acı çeken birine dönüşüyordu, bir cesaretsizden harcanmış bir yeteneğe, bir alkolikten görmüş geçirmiş birine yalan işine yarıyordu ve biz arkadaşları yalanlarını nezaketle dinliyorduk biz dinledikçe o yalanlarına daha çok inanıyordu.
Daha gündelik pratiklerde de işe yarıyor tabi yalan, karşınızdakinin istediği gibi görünmeye, işte buna esnaflık diyebiliriz belki. “Çürük olmasın ama” dediğiniz manavın “bizde çürük olmaz abla ayıbettin” diyerek çürükleri kakalaması gibi… Naapmalı ? “aha da bu çürük” die feveran mı etmeli “du bakalım nereye kadar gidecek” diye bekleyip en sonunda “düşündüm de ben saksıda yetiştirmeye karar verdim” deyip uzaklaşmalı mı?
Ne hissedeceğimi bilemiyorum yalan karşısında, işin kötüsü galiba yalan olanla olmayanı ayırt etmek konusunda da hiç fena değilim. Yalanı fark ettiğim için utanıyorum bazen birisinin mahrem hayatına izinsizce girmişim gibi, fark etmemeye çalışıyorum o zaman bunun için özel bi çaba göstererek. Bazense kızgınlık, aptal yerine koyuyor beni diye, bazen kırgınlık bunu bana nasıl yapabilir diye, en çok üzüntü neden böyle bir şeye ihtiyacı var ki diye …
Cumartesi, Ocak 19, 2008
umut gailesi
dilimi sevdiğini söyledi okuyucumlarımdan biri ki; kendisi elif şafak'la birlikte umut vaadeden yazarlar ketegorisinde yer almış hala daha umut vaadetmeye kitaplığındaki koca paragrafın içerisindeki adı soyadıyla birlikte devam ediyor. bazılarımız umut vaadetmek için ortalıkta varoluyor olamaz mıyız, her umudun gerçekleşmemesi için değil miydi tanrılar dağındaki mücadele... öyleyse bazılarımız umut vaadetmeye devam edecek, varoluşumuza dair gerekçemiz bu diyerek.
Cuma, Ocak 11, 2008
birtakım insanların sait faik'i ya da sait faik'in birtakım insanları
az çok okumuş Fahri yolculuk boyunca, aslında hayat yolculuğu boyunca, hep bir diğerinin kafasından geçenleri tahayyül etmeye çalışır durur. bilmişçe değil sevimlice hem ayağını da denk tutar bir biçimde, yinede ne haddime derken bile, içlenmesine sebeptir hep bir başkasının memleket özlemi, kendisinkini o başkasının özlemine eklemese olmaz, başkasının aşık olduğu kadını hayalini, tahayyül etmeye çalışmasa kendisininkiyle köşeden bucaktan bir dirsek teması kurmasa olmaz.
türkçe dersinin bir zorunluluğu olan sait faik'i alıp da kendi keyfimce okumayı lise günleri ile arama bunca mesafe koyduktan sonra başarabildim, fakat iyi etmişim. kendisini oku, özetle ve yabancı kelimeleri çıkar ödevleri dışında bir çerçeveden tanımak pek keyifli oldu benim için. orhan veli'ye de uzun süre böyle haksılzık etmişliğim vardır, ama şiir'in insanı daha bir kavrar halinden olsa gerek, o haksızlık kısa süreli bir burnu büyüklükten öteye geçmediydi.
medar-ı maişet motoru yasaklanmış ilk basıldığı zaman, tahmin ediyorum ki üstü alabildiğine örtük eşcinsel imalar, arada geçen 'tanrı varsa eğer...' gibi zındık laflar, ve cinsel dürtülerin 'iç ezilmesi' gibi oldukça naif ama tam da yerini bulan tarifi buna neden olmuş. sonra bir çeki düzen verip romanına ismini de değiştirip bir daha basmış sait faik, roman demeye de bin şahit ister kısa kısa öyküler epi topu, arada binbir gecenin masal içinde masalına benzer, bu sefer masal değilde öykü içinde öykü ...
velhasıl kelam sait faik süper adammış, hem süper olmayan bir insanın soyadı abasıyanık olabilir mi? bence olamaz abası yanmış yada yanma olasılığı olan bunuda kimliğinde ayan beyan eden biri süperdir.
Çarşamba, Ocak 09, 2008
rö pre dikşın
sadece astar atıp beklemem gerekirken fırçanın elimde balık gibi kıpraşmasına dayanamayıp kendimce böle hani vang gogh yapıyo ya fırça baskısı gibi, öyle bir takım açıklı koyulu darbelerle gökyüzünü resmin orjinalinden tamamen bağımsız bir oran orantı çerçevesinde vurgulamaya çalışırken şaşkın bakışlı öğretmenimiz 'sen bu resmin aslını yapmak istiyor musun?' diye uyarı tonu sezdiğim bir soru sordu, bende 'evet istiyorum' diye cevaplayınca biraz önceki fırçayla oynaşmalarımızın sonu badana darbeleriyle silme gece mavisi olan bir tual oldu.
fakat boyamak eğlenceli bişi, bir kaç duvar bulup canımız çektiğince boyayabilsek ya herkesin kendi duvarı olsa mesela gelip gidip orayı boyasa.
neyse ben anladım ki benim bu resim serüvenim re'den çok rö olacak.